Doğadan ve özünden kopuş… insanın bundan büyük trajedisi var mı?

Evi olan doğadan soyutlanmış, dört duvar arasında, ev ve işyerinde ve toplu taşıtlarda mekanik bir şekilde akıp giden sıkıcı bir hayat.

 YAŞAR KARA

Tarih’in bize söylediği, bizim görmemizi istediği yazılı olan kısımları vardır. Bunlar daha çok okul kitaplarının sayfalarında bize sunulur. Bir de, Tarih’in gizlediği daha doğrusu kendi kendine gizlendiği, bunu ne ders kitaplarında ne de başka yazılı kaynaklarda rastlayamayacağımız söylenmemiş, yazılmamış bir tarafı da vardır.

Bilindiği gibi 19. yy’ın ikinci yarısı ve 20. yy’ın başları, içinde yaşadığımız dünyanın görünümünün kökten değiştiği, büyük ilerlemelerin kaydedildiği, endüstri ve tekniğin baş döndürücü hızla geliştiği bir dönemdir. Bu dönem yalnızca Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nun çöküşünü değil, aynı zamanda büyük bir değişim ve dönüşümün yaşandığı bir dönemdir. İnsani değerlerin teker teker yitirildiği; insanın nesneyi değil de nesnenin insanı belirlemeye başladığı bir dönemdir.

“SAATLERDİR KENDİ İÇİMDE YÜRÜYORUM, HENÜZ KİMSEYE RASTLAMADIM.”

Peki yitirilen ve kaybolan nedir?

Bu dönem, bireyi nesne durumuna indirgemiştir. Bilim, bu dönemde yaşam ve doğadaki olayları mekanik nedensellik yasalarıyla açıklamaya çalışmış ve fizik ötesi bir dünyanın varlığını, nesneyi tanrılaştırarak reddetmişti.

“Saatlerdir kendi içimde yürüyorum, henüz kimseye rastlamadım” diyen Rilke, sanatsal tavrında ne nesneye tapmış, ne de yapay cennetlere sığınmış bir şairdir. İçinde Batı kültürünün genel bunalımının ve hastalığının kök saldığı, makineleşen bir dünyada insan varlığının da anonimleştiği, öznenin yaşadığı dünya ve nesnelerle kurduğu ilişkilerin anlamsızlaşıp bir sorunsala dönüştüğü, en genel ifadesiyle de, insanın yaşama ve dünyaya yabancılaştığı zorlu bir dönemin şairi olan Rilke, tüm yapıtlarında insan varoluşunun anlamını, insanın bu dünya üzerindeki yerini sorgulamıştır. Başka deyişle, Rilke’nin tüm yapıtları aslında insansal varoluş sorunuyla ilgilidir. Rilke, varoluş sorunuyla dolu şiirlerinde nesneyi mutlaklaştırmaz, çünkü nesneyi aşan bir takım değerler olduğuna inanır; diğer yandan yapay cennetlere de sığınmaz, çünkü her şeyin üzerinde yaşamın haklı olduğunu kabullenir.

Rilke,  Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda da, başlı başına bir yabancılaşma sorunsalını ele alır. Malte’nin çocukluğuyla, ailesiyle, Paris’le, modern dünyayla, sanatla, aşkla, tanrıyla ve ölümle giriştiği hesaplaşma ve yüzleşmenin dehlizlerinde insanın hem kendisiyle hem de yaşadığı ve etkileştiği yerle yabancılaşmasının resmini çizer önümüze.

“BU DÜNYA ARTIK İNSANIN GÖZLERİYLE GÖRÜLEMEZ”

Duino Ağıtları’nda, ağıt, bir haykırışla başlar. Bu haykırış, daha önce sözünü ettiğimiz çöküşü, çürümeyi yaşayan, çevresine yabancılaşmış insanın, daha genel ifadeyle, varoluşunun anlamını, yeryüzündeki varlığını sorgulayan ancak bir türlü doyurucu yanıtlar alamayan bir ben’in haykırışıdır.

“Bu dünya artık insanın gözleriyle görülemez. Benim en çaresiz isteğim onu meleğin gözleriyle görmektir.” Yabancılaşmanın pençesinde varoluşunun anlamını gittikçe yitiren modern insanın trajedisini Rilke bu sözüyle öyle çarpıcı bir şekilde açığa vurur ki.

Ayrıca, Duino Ağıtları’nda Rilke, parçalanmış benin varoluşsal bunalımını, karşıtlıklarla işleyen bilincinin bölünmüşlüğünü, yeryüzündeki serüveninde varlığını olgunlaştıramadan, hayatı tümcüleyin başaramadan gidişine ağıt yakıyor ve seçtiği örneklerle mesajını biz ölümlülere iletiyor. Ağıtların simgeleri sevilen kadınlar, yiğit ve genç ölenler, melek vb ile geçici olanın sonsuzla bağlantısını imliyor.

“VARLIĞIN GÖZDEN UZAKLAŞMASI”

İki karşıt düşünür Heidegger ve Marx, bu kavram karşısında birlikte düşünüyorlar. İnsanın daha büyük bir trajedisi var mı? Evi olan doğadan soyutlanmış, dört duvar arasında, ev ve işyerinde ve toplu taşıtlarda mekanik bir şekilde akıp giden sıkıcı bir hayat.

Yarattığı ürüne, yaşadığı çevreye, toplum içinde diğer insanlara yabancı ve yalnız insan dile gelse ne derdi diye düşünmez mi hiçbir kimse?

Gerçek aşk ve sevginin yitirilmesi önemli değil mi?

Doğanın yasasından ayrılmazsan yabancılaşmazsın ve seni kimse kullanamaz. Ağaçları kullanabiliyorlar mı? Kullanamıyorlar ama onları öldürüyorlar.

Heidegger “Varlığın gözden uzaklaşması” diyerek yabancılaşma terimini kullanmadan anlatmış aslında yabancılaşmayı bize.

Koro:

“Çok fazladır tanıdık-olmayan; ama yabancılığında hiçbir şey daha yabancı belirip de devinmez insandan. İnsan lodos rüzgarında köpüren dalgaların üzerinde atılıp ileri, kabaran devasa dalgaların kıvrımlarını aşarak devam eder yoluna. Tanrıların en soylusunu, toprağı, bu yıkılmak ve yorgunluk nedir bilmeyen tanrıyı bile yorar atlarına sürerek yıldan yıla bağrında dolaştırdığı sabanıyla altüst etmekle. Gökyüzünde neşeyle süzülen kuş sürülerini bile düşürüp tuzağına, avlar yabanın en vahşi hayvanlarıyla yuvası deniz olan mahlukları, her gittiği yeri tanıdık kılan şu insan. Yola getirir kurnazlığıyla gecelerini dağlarda geçirip dolaşan hayvanları, ağaçtan yaptığı kelepçeyle boyunduruk geçirir atın pos yeleli başıyla kimseye boyun eğmeyen boğaya. Üstüne üstlük sözün tınısıyla, düşüncenin rüzgârsı hızında bulur yolunu, atılganlığıyla yönetir şehirleri. Zorlu mevsimle ayazın savurduğu oklara maruz kalmaktan nasıl kaçabileceğine yorar usunu. Yoldadır; atılır her yönde ileriye-  çıkışı olmayanın alanı olarak gelir sonunda deneyimleyemediği hiçe. Kurtulamaz hiçbir kaçışla bir tek ölümün saldırısından, dehşetli hastalıklar karşısında hünerle kaçış bahşedilmiş olsa bile. Zekidir elbette,  hüküm sürer beklenenin çok ötesindeki yeteneğinin yarattığı işlerle, bazen ağına düşse de fenalıkların hemen ardından yiğitçe işler başarır. Tehlikeye atılır yeryüzünün yasasıyla tanrıların buyurduğu pay (fug) arasında. Alanın üzerinde yükselirken o kendisi için açılmayanları hep bir risk uğruna alarak alanı kaybedendir o. Böylesi ocağımda yoldaşım olmasın, bilgim, böylesi işleri yapanın aldanışlarını paylaşmasın.” (Heidegger, 2000:156-157-158/Heidegger, 1996 (b):58-59)

Heidegger’e göre Antigone’un bu şiirsel bölümü, özet olarak,  insanın temelsizliğinden kaynaklanan yerleşikliği ve göçebeliğiyle, başka bir deyişle yabancılığını, evsizliğini,  yurtsuzluğunu giderme çabasının, yabancısı olduğu yeri, yuvası kılma uğraşısı arasındaki gerilimin, yani yolculuğun,  tarihi kuran bu devinimselliğin, eş deyişle varlığın anlamının trajik bir anlatımıdır. İnsanın özünün açılımıyla ilgili bu gerilimi Heidegger koral bölümdeki, birbirine sıkı sıkıya bağlı üç dizede geçen sözcükler aracılığıyla yorumlamaktadır. (Martin Heidegger, “Hümanizm Üzerine Mektup”, Hümanizmin Özü, Çev. Ahmet Aydoğan, İz Yayıncılık, İstanbul 2002, s. 68).

DOĞADAN VE KENDİNDEN KOPUŞ

Marx’ın “yabancılaşma teorisi”ne göre “İki tür yabancılaşmadan söz edilebilir Marx’ın bu çalışmalarında. Bunlardan ilki, doğadan kopuş anlamındaki yabancılaşmadır. İnsan, doğadan koparak kültürel-toplumsal alanda kendine ikinci bir doğa kurmak anlamında, doğaya yabancılaşır. Bu insan oluşu açıklayan niteliğiyle olumlu karşılanan yabancılaşmadır, zorunlu bir süreç olarak anlaşılır. İkinci yabancılaşma ise, bizzat kapitalist pazarın ve kapitalist toplumsal sistemin yarattığı yabancılaşmadır. Bunun sonucu olarak insan kendi doğasına yabancılaşır. Böylece insan kendine, kendi emeğine, ilişkilerine, dünyaya ve yaşama yabancılaşır. Kapitalist pazarın bir unsuru olarak işleyen çarklardan biri haline gelir.” (Düşün-ü-Yorum dergisi, sayı 63-Ekim 2015)

Aklın soyutlama yetisidir bütün bunların kaynağı; öyleyse yabancılaşma trajik yazgısıdır insanın. “Doğanın bütünüyle yücelmiş saf ve basit yaşam”lar yabancılaşmanın panzehiridir. Gajo Petroviç, varlığın gelişi “yabancılaşmanın” ortadan kaldırılmasıyla aydınlatılabilecek bir kavramdır, der. Yabancılaşmayı tamamen yok edemesek de, durdurup geriletebiliriz saf ve basit yaşama dönerek.