Danimarkalılar neden mutlu?

Taş, kum ve tuzdan başka yeraltı kaynakları yok. Ne toprakları ne de iklimi buğday, arpa, çavdar dışında tarım ürünleri yetiştirmeye  elverişli değil. Ne güçlü bir ordusu ne de ağır sanayisi dahi olmayan bir ülke…

HATİCE BEKTAŞ

Mayıs ayının ortasında yağmurlu, bulanık, sıkıcı bir hava. Bulutlar gökyüzünün  gri kasvetinin arkasına saklanmış, sabah gülümseyen güneş ortalıktan kaybolmuş. Bir günde dört mevsimi birden yaşadığımız tipik kuzey iklimi. Yaz tatilinde güneşli günler olur mu bilmiyoruz, her zamanki gibi umut etmekten başka çaremiz yok.

Alıştık demek isterdim, ama yağmurun, karın, sıcak ve soğuk günlerin bildik tanıdık ritmini, her mevsim kararsız hava şartlarına tercih etmekte zorlanıyor insan. Bir ay boyunca giydiğiniz yazlık ceketi yerine koyup, tekrar kışlık montlarla gezmek pek de eğlenceli değil. Kazara yaz tatilini Danimarka’da geçirmek zorunda kaldıysanız güneşe özleminiz içinizde büyüyor. Yemyeşil doğasına hayran kalsanız bile, dümdüz bir ovada  dağları, tepeleri, doğa harikası vadileri arıyor gözleriniz.

Ne yer ne içer bu insanlar

Danimarka’ya geldiğim yıllarda doğal kokuları aradım hep. Yağmurun ardından toprağın, kuruyan çamaşırlarda güneşin, yediğim domateste doğanın kokusunu hissetmemek oldukça tuhaftı. Derin dondurucuda saklanan etlerin tadına alışmak daha da zordu. Salatalıkları seralarda yetiştirmeye hiç alışkın değildik. Her türlü meyvenin yetiştiği topraklardan gelince portakal, nar, incir, zeytin, kayısı ve daha birçok meyve ağacının yokluğunu hemen fark ediyor, “Ne yer ne içer bu insanlar” demekten kendinizi alamıyorsunuz.

Danimarka 6 milyona yaklaşan nüfusu, 42.933 km² yüzölçümüyle küçücük bir İskandinav ülkesi. Avrupa Birliği ve Nato üyesi olan Danimarka’nın tarihi Orta Çağ öncesi döneme dayanıyor. Tarihte Viking Çağı olarak da adlandırılan milattan sonra 500’lü yıllarından beri Avrupa’nın kuzeyinde varlığını sürdürüyor. Tarih boyunca inişli çıkışlı birçok olaylara sahne olmuş, ülke sınırları büyümüş, küçülmüş, kralları taclarını tüccarlara rehin vermiş, 1800’lü yılların sonunda halkının büyük bir kısmı, yaklaşık her sekiz kişiden bir tanesi,  iş bulmak  için Amerika kıtasına göç etmiş, ikinci dünya savaşında alman işgaline uğramış bir ülke.

Kurulan kooperatifler, özellikle sütçülük ve mandıra alanında, çiftçilerin ürünlerini geliştirme ve pazarlamasında işçi haklarının düzenlenmesinde, işçilerin organize olup politik bir güce kavuşmasında önemli bir rol oynuyor.

1960’lı yılların sonunda, fabrikalarda çalışacak iş gücüne ihtiyaç artınca, Türkiye, Pakistan ve Yugoslavya’dan işçi göçü başlamış. Taş, kum ve tuzdan başka yeraltı kaynakları yok. Ne toprakları ne de iklimi buğday, arpa, çavdar dışında çeşitli tarım ürünleri yetiştirmeye  elverişli değil. Ne güçlü bir ordusu ne de ağır sanayisi dahi olmayan bir ülke nasıl olur da yerin altı da üstü de cennet olan ülkelerin insanlarını işgücü olarak ülkesine davet eder? Nasıl olur da  dünyanın en güçlü ekonomilerinden olan ABD ilk ona bile giremezken İskandinav ülkeleri mutluluk sıralamasında ilk sıraları kimselere kaptırmazlar? Nasıl olur da aradan geçen 50 yılı aşkın bir zamandır biz hala buralarda yaşamaya devam ediyoruz?

Son on yıldır dünya mutluluk sıralamasında en ön sıralarda

Danimarka son on yıldır dünyanın en mutlu insanlarının yaşadığı ülke sıralamasında diğer İskandinavya ülkeleriyle birlikte  ilk üçe giren ülkelerden. Yaşam standardının bir göstergesi olarak kabul edilen GSYİH, kişi başına düşen milli gelir seviyesinde de ilk onun içinde yer alıyor. Ülkelerin mutluluk sıralaması kişi başına düşen gelirin yanı sıra özgürlük, sağlık ve sosyal yardım olanakları, eğitim seviyesi, halkın alım gücü ve ülkenin yolsuzluk karnesi kriterleri değerlendirilerek belirleniyor. Ülke nüfusunun ya da kaynaklarının mutluluk endeksi sıralamasında etkin olmadığını söyleyen araştırma grubu, adil gelir dağılımı, halkın birbirine ve devlete olan güveni, kişisel hakların yasalarla güvence altına alınmış olması, adaletin bağımsızlığı gibi faktörlerin rol oynadığına dikkat çekiyor.

Araştırmayı yapan SDSN (Birleşmiş Milletler Sürdürülebilir Kalkınma Çözümleri Ağı, SDSN) kurumu uzun vadeli kalkınma programlarına katkı sunmak için 2012 yılında Birleşmiş Milletler nezdinde kuruldu ve birçok ülkede temsilcilikleri var.

Köyden şehire göç

Danimarka’da endüstrileşme 1800 lerin başında, toprak reformuyla başlıyor, ve yine bu yüzyılın ikinci yarısında hız kazanıyor. Elektrik, buharlı makineler, telefon gibi teknolojik gelişmeler endüstrileşme sürecinin başlamasında büyük bir etken. Ancak toprak reformu ve çiftçilik alanında yapılan devrim bu sürecin hızlanmasına katkı sağlıyor. Kurulan kooperatifler, özellikle sütçülük ve mandıra alanında, çiftçilerin ürünlerini geliştirme ve pazarlamasında  işçi haklarının düzenlenmesinde, işçilerin organize olup politik bir güce kavuşmasında önemli bir rol oynuyor.  Birçok zanaat ve el işçiliğinde büyük adımlar atılmaya bu dönemde başlanıyor. 1849’da değişen anayasa ile parlamenter rejime geçiş, işçi ve kadın dayanışmaları, eğitim reformları yine bu yılların önemli gelişmelerinden. 1915’de kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıyan ve ilk kadın milletvekili olan öncü ülkelerin başında geliyor Danimarka.

Kadınların ve çocukların ucuz iş gücü olarak kullanılmasının önüne geçmek için herkesi kapsayan iş yasası 1933’de çıkarıldı.

Endüstrileşme akımından önce halk ve soylulardan oluşan toplumda köyden şehre göçün de etkisiyle iki yeni sınıf daha ortaya çıkıyor. Girişimciler ve işçiler. Özellikle işçi sınıfı kurduğu sendikalarla çalışan herkesin aynı haklara sahip olması, işçilerin ücretleri ve çalışma şartlarının standartlaştırılmasını talep ediyor. Küçük girişimciler kurdukları kooperatiflerle hem küçük sermayeleri birleştiriyor hem de piyasa oluşturmakta söz sahibi oluyorlar. İşçiler taleplerinin yasalarla güvence altına alınması için politik partiler kuruyor, dergiler çıkarıyor. İş güvenliği, işsizlik ve sağlık sigortası, meslek içi eğitim gibi temel hakların güvence altına alınması ve grev hakkı için birlikler kuruyor. 1899’da işçi sendikaları kurma hakkı, 1920’de 8 saatlik iş günü hakkı, 1936’da yıllık iki hafta ücretli tatil hakkı, 1989’da kadınların hamilelik süresinde 12 ay tam maaş alma hakkı gibi  haklara kavuşuyor.

Sadaka mı sosyal hak mı

Hızlı endüstrileşme ve fabrikaların çoğalması bazı sorunları da beraberinde getiriyor. Ağır çalışma şartları, iş kazaları, çocuk ve kadın işçilere ödenen düşük ücretler gibi sorunların yanı sıra yoksulluk ve işsizlik yaygınlaşıyor. 1920’de çıkarılan sosyal yasa ile ihtiyacı olanlara devlet yardımı sağlanıyor. Ancak yasanın yoksul vatandaşlara sağladığı yardımın adil olmadığı, sadece sadaka niteliği taşıdığı farkedildiğinde bu yasa  1933’de daha kapsamlı bir yasayla değiştiriliyor. Yoksulluk yardımı kaldırılıp bütün vatandaşları kapsayan “social yardım ” ”sağlık güvencesi” ”kaza sigortası” ve ”işsizlik ödeneği ve iş güvencesi” ”yaşlılık güvencesi” yasalarıyla refah toplumunun temelini kuran yasalar çıkartılıyor. Böylece halkın refah içinde yaşamasının sorumluluğu devlete veriliyor.  Bu gelişmelerin öncülüğünü Sosyal Demokrat Partisi yapıyor. Vatandaşların her türlü sosyal haklarının devletin korumasında olması gerektiği bilinci de bu yıllarda gelişiyor ve benimseniyor.

1960 ve sonrası Danimarka’da sosyal demokrasinin altın çağı olarak algılanır. Refah  bilinci toplumun her kesiminde vazgeçilmez haklar olarak yerleşmiş, vatandaşların nezdinde sembolleşmiştir. Sosyal refahın sağladığı olanaklara sıkı sıkı sarılan halk, örneğin “vergi indirimi” gibi popüler politikaların refah seviyesini düşürmesini istemiyor, Sosyal güvence hakları vazgeçilmez milli değerler olarak algılanıyor.

Sosyal dayanışma refah toplumunun temel taşıdır. “Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” toplumsal bir ilkedir.

Yalan söylemeye, birbirini kandırmaya gerek yok

Refah toplumunda yaşayan vatandaşın günlük yaşam ve gelecek konusunda kaygıları yoktur. Hür düşünen ve sorgulayan nesiller yetiştiren eğitim sistemi, güçlü ve otoriter işçi sendikaları, devletin ekonomik sermayeyi hem koruyan hem de kontrol altında tutan yasaları  her alanda olumlu etkiler yaratıyor. Geçim derdi olmayan halk doğaya, sanata, kültüre, edebiyata, gezmeye ve eğlenmeye zaman ayırmaya başladığında toplumun değer yargıları da bundan etkileniyor. Geçim derdi olmayan halk birbirine yalan söylemek ya da birbirini kandırmak zorunda kalmıyor, politika dahil her şey şeffaflaşıyor. Gelirler arasındaki adil dağılım sınıf farkını ortadan kaldırıyor, sevdiği ve becerebildiği işi yapmak çok para kazanmaktan daha önemli oluyor. Geçim ve gelecek kaygısı olmayan halk tok gözlü ve yaratıcı oluyor. Harcamalarında tutumlu ve dikkatli davranıyor.

Adil eğitim ve sağlık fırsatı, sosyal eşitlik ve güvence yüksek vergilerle sağlanıyor. Çok kazanan daha çok vergi ödemekten çekinmiyor. Adil gelir dağılımı ve eşitliği halkın birbirine ve devlete olan güveninin garantisi. Bunun farkında olan vatandaş sorumluluklarını yerine getirmekte titiz davranıyor. Çok çalışkan olan toplum otokontrol sistemini benimsemiş durumda. Herkes işini aksatmadan ve gerektiği gibi yapıyor, sorumluluklarını üstleniyor. Refah sisteminin sağladığı haklara sahip çıkıyor, hakların devam etmesini sağlamak için fedakarlık etmekten çekinmiyor. Devlet hizmetleri adil olunca halk hem birbirine hem de topluma adil davranmaya özen gösteriyor. Ahlaki değerler önemseniyor ve korunuyor. Toplumun ahlak değerlerlerine önce yöneticiler sahip çıkıyor, siyasetçiler uymaya özen gösteriyor. Yaşlı genç herkes, ekonomik durumu ya da eğitim seviyesi ne olursa olsun, bisiklete biniyor, toplu taşımayı kullanıyor. Çevre ve doğa bilinci küçük yaşta tüm topluma aşılanıyor.

Geçim derdi olmayan halk doğaya, sanata, kültüre, edebiyata, gezmeye ve eğlenmeye zaman ayırmaya başladığında toplumun değer yargıları da bundan etkileniyor.

Neden mutlu olmasınlar

Danimarka halkının mutlu olmak için nedenleri var. Sorunsuz değiller kuşkusuz, düzelmesi ve daha iyi olmasını istedikleri konular elbette mevcut. Ancak daha insanca kaygılar taşıyorlar. Sağlıklarını kaybetmekten korkuyorlar, ama tedavi olamamak, ilaç alamamak gibi kaygıları yok. Farklı bir işte çalışmak istiyorlar, daha fazla para kazanmak için değil, yeni bir işte daha verimli olabileceklerini düşündükleri için. 60 yaşında, sadece kişisel zevkleri için üniversite okumaya başlayabiliyorlar, ya da işini bırakıp, evini satıp dünya gezisine çıkabiliyorlar. 18-20 yaşına gelen gençler yalnız yaşıyorlar, aileleri onları sevmediği ya da istemediği için değil, hayatı daha hızlı öğrenmek, kendi ayakları üstünde durmak ve zorluklara mücadele etmeyi öğrenmek için. 13-14 yaşından itibaren herkes, eğitiminin yanı sıra çalışıyor, aileleri onlara harçlık veremediği için değil, emeğin ve kazancın kıymetini öğrenmek, özgür olabilmek için. 

Her şey toz pembe değil, peki sonra…

Boşanma oranı yüksek, gençler çok alkol tüketiyorlar, intihar oranları kaygı verici. Alkolik, evsiz, uyuşturucu bağımlısı olanlar var. Ancak bunlar kişisel problemler ve tercihlerden kaynaklanıyor. Buna rağmen devlet bu tür sorunları da önemsiyor ve çözmek için yaratıcı uygulamalar geliştiriyor. Çözümleri sorunların kaynaklarına ve tahammül sınırlarına göre uyguluyor. Herkesin rahatı herkesin sorumluluğudur, kişisel sorunlar bile toplumsal sonuçlar doğurmadan çözümlenmelidir diye düşünülüyor.

Korona salgınından ve sonrası ekonomik krizden herkes gibi Danimarka’da etkilendi. İşyerleri kapandı, enflasyon hızla yükseliyor. Ancak devlet korona krizinde tüm işletmelere ekonomik yardım elini uzattı. Dükkan kirası ve işçi maaşlarının yanı sıra kaybedilen aylık cirolarının bir kısmı ödendi, işletmelerin ödedikleri KDV’ler 2 yıllığına faizsiz olarak işletmelere borç verildi. Ekonomiyi ayakta tutmak için alınması gereken maksimum tedbir alındı. Korona krizin azalmaya başladığı dönemde az gelirlilere ikramiye ödeyerek iş yerlerinin toparlanmasına yardımcı oldu. Birkaç gün önce ülkenin en büyük süpermarketler zinciri altı ay süreyle günlük ihtiyaç, süt, yoğurt, un vb,  fiyatlarına taban fiyat uygulayacaklarını ve fiyat artışı yapmayacaklarını ilan etti. Vatandaşın alım gücünün azalmasının herkesin kaygılanmasına neden oluyor. Kişisel bencillikler toplumsal sorunların önüne hiç bir zaman geçmiyor.

Hala buralardayız, ikinci hatta üçüncü kuşak buralara kök saldı. Mezarlarımız bile anavatanda değil artık, müslüman mezarlıklarına defnediyoruz kaybettiklerimizi. Rahata alışmak kolay, ama güven içinde yaşamak vazgeçilmez. Geçim sorunlarımız var, ama aç ve açıkta kalmaktan korkmuyoruz. Sesimizi duyan fazla kimse yok belki, ama gücümüzün yettiği kadar bağırabiliyoruz. Eğitim alıyoruz, politika yapıyoruz, hatta buralardan kendi memleketimizi her gün defalarca kurtarmaya çalışıyoruz ama bir ülkenin vatandaşlarının rahat ve mutlu yaşamasının ütopik olmadığını biliyoruz.

 

paylaşmak için