Çok-Boyutluluk Üzerine Bir Romans

İki boyutlu bir evrende, mutlu mesut yaşayan bir kare düşünün. Adı da Bay Kare olsun. Bay Kare, hayatı biraz tekdüze de olsa, iki boyutlu evrenindeki kurulu düzenden memnun yaşayıp gitsin. Geleceğin, kendisi, çocukları ve torunları için sürprizsiz bir yol çizdiğinden emin olsun. Bildiğinden başka yol, başka düzen, başka bir varoluş ihtimali aklına hiç gelmesin. Ve düşünün ki, bu karenin iki boyutlu muntazam hayatına birdenbire bir küre girsin. Kare, kürenin ne olduğunu bilmez, karşısına çıkan kürenin küre olduğunu bile anlamaz. İşte, bu kısa roman, elimizdeki kitabın anlatıcısı olan Bay Kare’nin alt üst olan hayatının hikâyesidir.

“Tarifi imkânsız bir korku kaplamıştı içimi. Ortalık karanlıktı. Sonra “görmek” diyemeyeceğim, baş döndüren, sersemletici bir görme hissi… Bir Çizgi gördüm ama hiç de Çizgi gibi değildi. Bir Uzay, ama hiç de Uzay gibi değildi. Bendim bu, ama ben gibi değildim. Bütün sesimi toplayıp, avazım çıktığı kadar, “ben ya delirdim, ya da cehennemdeyim!” diye bağırdım acı acı. Sonra Küre’nin “İkisi de değil” diyen sesini duydum. “Bilgi’nin ta kendisi bu!” (sf.108)

lyeltin@gmail.com

Bugün sizlere tanıtacağım kitap İngiliz bir teolog (Tanrı bilimci) ve okul müdürü olan Edwin A. Abbott tarafından yazılmış. İlginç ve farklı bir kitap. 1884 yılında, yani Viktorya dönemi İngilteresinde yazılmış. Kitapta elbet dönemin izlerine rastlayacağız. Kaş çatarak okuyacağımız kısımlar da olacak. Fakat ilginç ve farklı derken kastettiğim dönemi değil. Öncelikle türü: Bu türe matematik kurgu deniyor. Bilim kurgu alt türü olarak da nitelenebilir, hatta bir nevi fantastik kurgu da denilebilir. Ama doğrusu, sıkı geometri var içinde!

Pardon, ne dediniz? Matematiğin hiç bir türünü sevmez misiniz? Eh, kulübe hoş geldiniz o zaman. Çünkü matematik benim için de uzak ve puslu bir bilmece gibidir çoğu zaman. Ama kitabı sevdim. Çünkü “Düzlemler Ülkesi”, az önce de söylediğim gibi, ilginç, farklı, tuhaf, ufuk açıcı bir kitap.

Farklı dememin bir başka sebebi de muazzam bir yergisel (hiciv / satirik) eser olması. O dönemde, dönemin düzenine, hem de düzen içinde hizmet veren bir kişi tarafından üstü kapalı da olsa böyle yoğun bir eleştiri gelmiş olması ilginç (zaten yazar kitabını takma isimle yayımlamış).

Aristokrasi, din adamları, değişmez düzen, yöneticilerin baskıcı yalancı davranışları, yoksul kesimin gerçekleşmesi imkânsız vaatlerle kontrol altında tutulması, halktan gerçeklerin gizlenmesi… hepsi; baş eğmenin ince tülü ile perdelenmiş ve geometrik şekillerle dolu evrenlerde geçen gerçeküstü bir hikâyeyle sarmalanmış şekilde okuyuculara sunuluyor.

Kitabın dili hayli kuru ve eğlencesiz. Orta sınıf bir memurun, üstü olarak düşündüğü bir topluluğa saygıyla ve haddini bilerek sunduğu bir rapor havasında. Bu manada biraz sıkıcı ilerliyor diyebiliriz. İlk bölüm düzlemler ülkesini ve oradaki toplumsal düzeni anlatıyor. İkinci bölüm ise tam bir ezber bozan.

Kısaca diyebilirim ki; edebi açıdan bir güzellik bulmak zor, ama felsefi açıdan –dönemi de düşünülünce- çok iyi.

Kitabın künyesi

Edwin A. Abbott

Yazar: Edwin Abott Abbott
Edwin Abbott Londra’da doğmuş ve Cambridge Üniversitesi’nden klasikler, matematik ve teoloji alanlarında üstün başarı alarak mezun olmuş. Çok genç bir yaşta, 26 yaşında, City of London School’da başöğretmen olarak göreve başlamış. Çeşitli dini görevleri de olmuş. Emekli olduktan sonra zamanının tümünü yazmaya ayırmış. Dil, eğitim, teoloji, din adamlarının biyografileri alanlarında çok sayıda eser vermiş. “Düzlemler Ülkesi”ni 1884 yılında takma bir isimle (bir Kare) yazmış.

Yayıma hazırlayan: Dr. Bülent Aksoy
Çevirmenler: Melda Akbaba, Sevda Ayar, Fırat Özgül, Çiğdem Yıldız.
Kitabımız, yukarıda adı geçen çevirmenlerin Boğaziçi Üniversitesi Çeviri-bilim Bölümü 2002-2003 dönemi mezuniyet projesi olarak Dr. Bülent Aksoy danışmanlığında tamamladıkları bir çalışma. Kitap daha sonra başka yayınevleri tarafından ve başka çevirmenlerin çevirisi ile de yayımlandı. Bazı çevirilerde adı “Düzülke” olarak geçti. Bildiğim kadarıyla şu anda benim elimde olan yayının kopyası tükenmiş durumda. Ancak başka yayınevlerine ait başka çeviriler piyasada bulunuyor.

Kitabın Orijinal Adı: Flatland: A Romance of Many Dimensions

Kapak tasarımı: Birol Bayram

Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1. Baskı, Ekim 2005

Başlamadan önce: Çok kısa olarak 1800’lerin İngilteresi

On dokuzuncu yüzyıldan bahsediyoruz. İngiltere’de sanayi devriminin gerçekleştiği yüzyıl. Kraliçe Viktorya’nın adıyla anılan ünlü dönem. Sanayi devrimi nedeniyle bu yüzyıl hep ülkenin kalkınmasına, burjuva sınıfının ortaya çıkmasına yol açan gelişmelerle anılır. Bunlar büyük olaylar, ülkenin geleceğini etkileyen olaylar. Bir de, yüzeysel tarih okumalarında çok göze çarpmayan, küçük insanlar ve onların günlük yaşamları var.

Haydi gelin, yazarımızın yaşadığı ve yazdığı ortamı biraz anlamak için kısa bir bölüm açayım burada.

Bir avuç aristokratın hükmettiği, geri kalan milyonların yönetimde hiç söz sahibi olmadan kendileri hakkında verilen kararlara uyduğu bir dönemden bahsediyoruz. Suç, çocuk işçiliği, şehirlerin kalabalığı, korkunç bir kirlilik… İş için şehirlere göçün çok arttığı ama şehirlerin alt ve üst yapısının bu göçle başa çıkamadığı yıllar. Ailenin her ferdi çok çalışırmış, çocuk işçiliği sıradan olmanın ötesinde makul ve istenen bir işgücü şekliymiş.

O yüzyıl aynı zamanda en çok kilisenin yapıldığı bir dönem olarak tanımlanıyor. Sefalet içinde yaşayanlar için olmayan para, kilise ve aristokrasi için varmış.

1800’lerin ilk döneminde kadınların durumu da içler acısıymış. Sadece ev işleri ve çocukları ile ilgilenmeleri beklenen, temel görevleri kocalarına itaat olan, erkeklerden beden ve zekâ olarak aşağı görülen kişilermiş.

Yüzyılın ikinci yarısında kadın hareketi başlamış. Çok zor ve zahmetli de olsa yüzyıl biterken bebek adımları ile mesafe kat edilmeye başlanmış. Örneğin, erkek okullarının yanı sıra, kız okulları da açılmış, babanın kızı için ayırdığı mal varlığının sadece kocaya ait olamayacağına dair kanunlar çıkmış.

Kadın hareketini başlatan ve sürdüren kadınlar, hem eski düzeni savunan erkeklere hem de bildiklerinden başka bir düzeni reddeden hemcinslerine karşı mücadele vermek zorunda kalmışlar.

Evet, bu bölüm bu kadar. Kısa demiştim değil mi. Niye böyle bir bölüm eklemek istedim, onu da söyleyeyim. Kitabın konusunu anlatmaya başlayınca göreceksiniz; yazarımızın kurguladığı iki boyutlu evrende kadınlar kabul edilemez ölçüde aşağı bir cins olarak yer alıyorlar. Okuyucunun giderek öfkelenmesine yol açacak kadar. Ama kitap bütünüyle yergisel bir eser olduğu için, bu durumu, İngiltere’nin o döneminde kadının yerine yönelik bir eleştiri olarak almak mümkün olsa gerektir.

Evet, Edwin Abbott “Düzlemler Ülkesi”ni 1884 yılında yazmış. Tamamı 136 sayfa olan kısa bir kitap. Abbott hayli tanınan bir teolog ve okul müdürü imiş. Pek çok kitabı var ama “Düzlemler Ülkesi” dışındaki eserleri hep uzmanlık alanlarıyla ilgili.

Yazıldığı yıllarda nasıl tepkiler aldığını (tepki alıp almadığını) bilmiyorum. Ancak bilim kurgu edebiyatında önemli sıçramaların yaşandığı 1945 ve sonrası dönemde, “Düzlemler Ülkesi” de çok okunan, çok tartışılan ve insan doğası hakkındaki gözlemleri ve eleştirileri nedeniyle beğenilen bir kitap olmuş.

Kitap iki bölümden oluşuyor. İlk bölümde kitabın anlatıcısı olan Bay Kare bize kendi dünyasını etraflıca tanıtıyor. İkinci bölümde ise ziyaret ettiği diğer evrenlerden ve başına gelen olağanüstü olaylardan bahsediyor.

Bay Kare’nin dünyası: İki boyutlu Düzlemler Ülkesi

Öncelikle, çok iyi anlamamız gereken bir husus var: anlatıcımız olan Bay Kare’nin dünyası iki boyutlu. Bizim dünyamız gibi, gözlemlenebilen bir üçüncü boyut yok orada.

Peki, biz iki boyutlu bir dünyayı nasıl görürüz? Bizim için kare nedir? Dört eşit kenarı ve ortasında bir alanı olan bir şekildir değil mi? Hayır! Çünkü biz kareyi ancak kendi üç boyutlu dünyamızdan bakarsak böyle görebiliriz. Bir nevi tepeden bakıştır bizimkisi. Tüm evren iki boyutlu olsaydı ve biz de iki boyutlu bir şekil olarak bakıyor olsaydık; kareyi sadece düz bir çizgi olarak görecektik. Bay Kare, bize bu durumu benden daha iyi açıklayacak:

Üç boyutlu dünyanızdaki masalarınızdan birinin üzerine madeni bir para koyun; masanın üzerine uzanıp paraya tam tepeden bakın. Bir daire göreceksiniz. Ama masanın kenarına doğru çekilip gözünüzü yavaş yavaş aşağı kaydırdığınızda (yani kendinizi yavaş yavaş Düzlemler Ülkesi sakinlerinin konumuna getirdiğinizde) madeni paranın yavaş yavaş söbe (oval) biçiminde görülmeye başladığını fark edeceksiniz. Son olarak da gözlerinizi tam masanın kenarının hizasına getirdiğinizde (bu durumda sahiden Düzlemler Ülkesinde yaşayanlar gibi oluyorsunuz) para artık söve (oval) biçimli gözükmeyecek. Sizin de fark edeceğiniz gibi düz bir çizgi halini alacaktır. Bir eşkenar üçgeni ele alalım. Birinci şekil, tam yukarıdan bakmış olsaydınız bu kimseyi nasıl göreceğinizi gösteriyor. 2. ve 3. şekiller de gözleriniz masa hizasına yakınken ya da tam masa hizasında iken bu kimseye bakmış olsaydınız neyi göreceğinizi gösteriyor. Gözleriniz tam masa hizasında olsaydı (Düzlemler Ülkesi’nde biz onu tam da bu şekilde görüyoruz) düz bir çizgiden başka bir şey görmezdiniz.” (sf.22)

Aşağıda kitapta yazarın bu ifadesinden sonra yer alan şekil var.

Bu iki boyutlu dünyada toplumsal konum tamamen şekillere göre belirleniyor. En düşük toplumsal sınıfı kadınlar (düz çizgi) ve askerler ile işçiler (taban uzunluğu çok kısa olan ikizkenar üçgenler) oluşturuyor. Daha sonra orta sınıf yani esnaf (eşkenar üçgenler), meslek sahibi erkekler ve kibar beyefendiler (kareler ve beşgenler) geliyor.

Bu sınıfların üzerinde de soylular yer alıyor. Soylular, kenar sayısı arttıkça toplumsal sınıflandırmada daha üst sıralara yerleşiyor. Altıgen, yedigen… gibi. Kenar sayısı iyice artınca, kenar uzunluğu çok çok kısalıyor ve kişi giderek bir daireye dönüşüyor. Daire toplumsal sınıflandırmanın en üstünde yer alıyor; yani papaz sınıfı.

Bu evrende papaz demek sadece din adamı anlamına gelmiyor. Hiçbir iş yapmayıp her işi yönetmek anlamına geliyor. Bay Kare bu konuda diyor ki “Bizde Papaz her işin, sanatın, bilimin yöneticisi; ticaret, askerlik, mimarlık, mühendislik, eğitim, devlet yönetimi, yasama, ahlak, ilahiyat alanlarının başıdır. Kendileri hiçbir şey yapmadıkları halde, başkalarının uğraştığı, uğraşmaya değer her işin sebebidir onlar.”(sf.69)

Bu sınıfsal ayırımcı dünyada, tüm yaşayanlar kendi sınıflarına (şekillerine) mahkûmlar. Ancak erkek çocuklar babalarından bir fazla kenar ile doğma şansına sahip. Bu da aile olarak, sınıf atlama ihtimalini hep canlı tutuyor.

Bu ihtimal canlı tutulunca, sınıf atlamanın başka yolları veya sınıfların şekillere bağlı olmasının yanlışlığı veya –hatta ve tabii ki- sınıfların varlığı sorgulanmıyor.

Kadınların durumu en vahimi. Okuyucu, okuduğu kitabın yergisel bir eser olduğunu bilmesine rağmen kadınlarla ilgili bölümlerde öfkelenmekten kendini alamıyor.

Kadınlar zayıf, aklı kıt, duygusal, öfkeli, yıkıcı, sadece aile düzenini korumak ve kız çocuklarının bakımını ve iyi bir eş olarak yetiştirilmesini sağlamakla yükümlü olarak anlatılıyor. Meslek sahibi olmaları, herhangi bir konuda söz sahibi olmaları mümkün değil.

Bir de sevgili Bay Kare’nin sakin sakin anlattığı öjeni olayı var ki; okuyucunun iki boyutlu dünyadan iyice nefret edesi geliyor. Düz çizgi, üçgen, kare, çokgen dışında bir şekle sahip bir çocuk dünyaya geldiğinde (mesela yamuk) bu, Düzlemler Ülkesi için kabul edilemez derecede korkunç bir olay. Bir de mesela tabanı, kenarlarının boyuna çok yakın bir ikizkenar üçgen çocuk doğuyor. Bu toplumsal açıdan kabul edilen bir şekil ama toplumun alt sıralarında yer alıyor ve tabanı en fazla bir-iki santim daha uzun olsa bir üst sınıftan sayılabilecek.

Bu gibi durumlarda öjenik yöntemler uygulanıyor. Bu çocuklar ameliyatlarla arzu edilen şekillere getirilmeye çalışılıyor. Ameliyat başarılı olursa çok iyi; olmazsa ya ameliyat sırasında çocuk ölüyor, ya sonra öldürülüyor, ya da tüm ömrünü kilit altında geçiriyor.

Kısacası, her açıdan baskıcı bir yapı var ortada… Tüm bunlar yetmezmiş gibi yazar da (yani Bay Kare) anlattığı her şeyi uysal bir tonda aktarıyor. Kendisi Düzlemler Ülkesi ile ilgili anlattıkları karşında öfke ve isyan duymadan, monoton bir şekilde aktardığı için, okuyucu karşı çıktığı yerlerde yazarda bir duygudaşlık bulamıyor.

Çünkü yazarımız olan Bay Kare de aslında hepimiz gibi, sadece kendi bildiği ile; kendisine şaşmaz doğrular olarak öğretilenler ile sınırlı. Bunu ancak, tek gerçek sandığı iki boyutlular evreninden başka evrenler, başka boyutlar olduğunu fark ettiğinde anlayabilecek.

İlk bölüm Edwin Abbott’un iyi bir öğretmen olduğunu da gösteriyor bize. İki boyutlu bir dünyadaki fiziksel kuralları, geometri ile arası çok iyi olmayan okuyucuya bile merak uyandırıcı bir şekilde anlatabiliyor.

Karşılaşan iki şekil birbirini nasıl tanır, uzaktan ve yakından şekiller nasıl görünür, her türlü şeklin rahatça sığabilmesi için evler nasıl inşa edilmelidir gibi konuları zaman zaman çizimlerle de destekleyerek anlatıyor. Böylelikle bizlerin, iki boyutlular dünyasında, iki boyutlu bir kişinin bakışı ile gezinmemizi sağlıyor.

İkinci bölüm: Bay Kare’nin gözündeki perde kalkıyor; dünyası hem alt üst oluyor hem genişliyor. Ve tabii… hiçbir aydınlanma cezasız kalmaz.

Bay Kare önce rüyasında çizgiler ülkesine gidiyor. Burada yaşayanlar sadece nokta ve çizgilerden oluşuyorlar. Kare, bu dünyanın sakinlerine kendi iki boyutlu (ve tabii ki üstün) dünyasını ne kadar uğraşsa da anlatamıyor. Kendi dünyası hakkında yaptığı tüm açıklamaları reddeden tek boyutlu dünya kralı hakkında Bay Kare şöyle düşünüyor: “Şimdi bile geldiğim yer hakkında hiçbir fikri yoktu. Dünyası’nın ya da Çizgisi’nin dışındaki her şey ona göre bir boşluktu, hatta boşluk bile değildi, çünkü boşluk Uzay anlamına gelir. Ona göre, kendi gördüklerinin dışında hiçbir şeyin var olmadığını söylemek daha doğru olur.” (sf.81)

Karemiz iki boyutluluğun en doğru, en normal varoluş şekli olmasından dolayı, bu alt seviyeli boyuttakilere kendi evrenini anlatamamaktan dolayı öfkelidir. Kendince bariz olanı, tek boyutlu dünya sakinlerinin nasıl olup da anlayamadığını kavrayamaz. Bunu, onların zekâ ve algı seviyelerinin düşüklüğüne bağlar… neyse ki bu bir rüyadır.

Ama sonra rüya olmayan bir olay gelir başına. Bir akşam evinde otururken salonunun ortasında bir küre belirir. Bay Kare tabii ki kürenin bir küre olduğunu anlayamaz. Onu, kendi dünyasının en üst sınıfından bir Daire sanır. Çünkü iki boyutlu dünyasında bir küreyi görebilmesi ancak tam göz hizasına gelen kesiti ile olabilmektedir.

Aşağıda iki boyutlular dünyasında bir kürenin nasıl görüneceğine dair bir şekil var.

Küre tam gözünün önündedir ama Kare’nin onu kavrayabilecek bir altyapısı, bir bilgisi yoktur. Hiçbir şey onu bir küre görmeye, onu kavramaya, anlamaya hazırlamamıştır. O da, çizgiler ülkesindekiler gibi (bizim gibi) kendi dünyasının sınırları ile maluldür.

Küre, kendi dünyasını Düzlemler Ülkesi’nin sınırlamaları içinde anlatamayacağını kavradığında, Kare’yi alıp üç boyutlu evrene getirir. Karemiz burada adeta kendini kaybeder.

Aklı gördüğü şekilleri, karşısında açılan bin türlü yeni olasılığı içselleştirmekte zorlanır. Ve en kolay yolu seçerek bu dünyanın Tanrı katı olduğuna inanır. Bu dünyada yaşayanların Tanrı olması gerektiğini düşünür. Vecd içindendir. Küre ise, bu dünyada çok sayıda hırsız, katil bulunduğunu ve bu boyuttaki hiç kimseye tanrısal nitelikler atfedilemeyeceğini söyler. Kare’yi bu yanlış anlamadan kurtarmaya çalışır.

Abbott, teoloji alanında ün yapmış olmasına rağmen, kitabında dini bir göndermede bulunmuyor. Tek bir paragraf  ile, anlatmak istediklerinin dinî olarak yorumlanmasının önüne geçiyor. Bize “ben oldum, ben tamamım” demenin yanlışlığını göstermek için Kare’nin tüm doğrularını alt üst ediyor. Dogmanın, kendini kapatmanın, farklı olanı ötekileştirmenin sonuçlarının ağırlığını ortaya koyuyor.

Sohbetleri sırasında Kare merhamet ve sevecenlik gibi kendi dünyasında kadınsal duygular olarak aşağılanan niteliklerin burada üstün tutulduğunu da öğrenir. İnsana ait hiçbir duygu ve şeklin bir başka insan tarafından aşağılanmaması gerektiğini görür. Karemiz, öğrendiği yeni bilgiler nedeniyle o kadar mutlu olur, o kadar coşku dolar ki, hayal gücü muazzam sıçramalarla çalışmaya başlar.

Böylece Küre’nin kendisine anlatmaya çalıştığının da ötesine geçerek dördüncü, beşinci, altıncı boyutlara ait dünyaları bilmek ister. Hâlbuki Küre de kendi boyutunun üstündeki boyutlara karşı –eğer varlarsa tabii- kör ve sağırdır. Biz okuyucular da üç boyutla sınırlıyız. Dördüncü boyut için zaman deniyor. Zamanın farkındayız ama üzerinde gücümüz yok. Biricik, tek ve eşsiz (emin miyiz!) evrenimizde zamanı sadece doğrusal algılayabiliyoruz. Sadece bir doğru üzerinde ve ileriye doğru gidebiliyoruz. Bilim insanları beşinci, altıncı ve diğer boyutlardan bahsediyorlar ancak tüm bunlar varoluşumuzun bu üç boyutla sınırlı dünyasında bizim (en azından benim) algımızı aşıyor.

Kitabın bu kısımları ana felsefi argümanını da ortaya koyduğu bölümler. Bunu bir öğreten ve öğrenen ikilisi aracılığı ile sunmasına karşın didaktik olmuyor.

Tüm roman boyunca yönetici elitlerin (dairelerin) diğer tüm sınıfları (şekilleri) bilinçli olarak bilgisiz, yetersiz, sessiz ve uysal tuttuğunu görüyoruz.

Kitabın sonlarında açıkça anlıyoruz ki Düzlemler Ülkesi’nin yönetici sınıfı olan dairelerin zaten üç boyutlu evrenden haberleri var. Ve bin yıldır bu bilgiyi Düzlemler Ülkesi sakinlerinden gizliyorlar. Ülke sakinlerini bilişsel, duygusal ve entelektüel açıdan kısıtlayarak, kurmuş oldukları ve kendi çıkarlarına hizmet eden bu düzenin devamlılığını sağlıyorlar.

Tüm bu maceraları yaşadıktan sonra kendi iki boyutlu ülkesine dönen ve öğrendiklerini yaymaya çalışan Bay Kare, hapse atılıyor. Yeni bir şeyler söylemek, binyıllardır aynı olan uygulamaları değiştirmeye çalışmak zaten tüm bilinen evrenlerde suç değil mi?

Bay Kare, bu kitabı yedi yıldır mahkûm hayatı yaşadığı hücresinden yazıyor. Boyutlar arası kapılar da sadece bin yılda bir açıldığı için, anlaşılan o ki sevgili Karemiz, ömrünü hapishanede tamamlayacak.

Bir de varoluşun en dibi: Noktalar Ülkesi, boyutsuzluğun kör kuyusu var.

Kitabın sonlarına doğru, Düzlemler Ülkesi’ne geri dönmeden önce, Küre, Karemizi tam da bu alt başlığa taşıdığım ifadeleri kullanarak, tek bir noktanın tüm boyutlardan habersiz olarak varlığını sürdürdüğü bir ülkeye götürüyor.

Orada tam bir boyutsuzluk içinde yaşayan Nokta var. Nokta, kendi evreninde tek ve eşsiz; boyutsuzluğu içinde çok mutlu. Tek kişilik evreninde tapan ve tapılan olarak sadece kendisiyle dolu bir şekilde yaşıyor. Diğer boyutlardan kendisine seslenenleri, kendini gösterenleri, öz varlığının uzantıları ve yansımaları sanıyor. Aşağıya, Nokta’nın kendinden bahsettiği kısa bir monoloğunu alıyorum:

Bütün uzayı kaplar O, (diye kendi kendine konuşmaya devam etti küçük yaratık) Kapladığı şey de kendisidir. Hem düşünen, hem söyleyendir O. Söyleyen, Dinleyendir O. Düşüncedir, sözdür, sestir. Tektir o, ama Her Şey’dir. Ey mutluluk, Var olmanın mutluluğu!” (sf.126).

Bu alıntı sanırım, kitabın satirik yapısına çok uygun düşen bir ironi içeriyor ve teolog olan yazarımız Edwin Abbott’un kendi hayatına yönelik hoş bir şakası olarak pırıl pırıl parlıyor.

Sonuç?

Evet, Edwin Abbott Abbott’un “Düzlemler Ülkesi” adlı kitabına ilişkin değerlendirmem bu kadar. Geometri, çok boyutluluk; sadece üç değil, dört ve daha fazla boyutun da mümkün olabileceği gibi konuları 1884’de; görelilik kuramını ancak yıllar sonra oluşturacak olan Einstein henüz beş yaşındayken anlatmaya çalışan Abbott bana iyi geldi.

Ben kitaptan ayrıca, dünyaya, doğaya, herkese ve her şeye biraz daha sevecen bir dikkatle bakmak gerektiği; bunu da yargılamak için değil anlamak için yapmak gerektiği gibi bir ders çıkardım. Toplumsal paradigmalar, din, eğitim… pek çok şey algımızı daraltıyor. Kendi gözümüze ve gönlümüze kendi kendimize çektiğimiz perdeleri tamamen koparıp atamasak da, hiç değilse aralamaya çalışalım.

Kitapsız kalmayın.