Yirmi iki yıl boyunca evimizde bir türlü, camgüzeli, küpeçiçeği, sardunya ve begonyayı büyütemedik. Sevmedi beni bu çiçekler. Oysa annemin yatağının başucundaki pencerede hiç eksik olmadılar. Pembe pembe gülüp durdular. Yoksa annemi çok üzdüğümden midir?
ALİ EKBER ATAŞ
Karacayik sürüleri bu akşam (24 Ekim Cuma) mahallemizi şölene çevirdiler. Yetmedi. Penceremizin dibindeki ağaca konuk oldular. Cıvıltılar içinde sohbetlerini edip, geldikleri gibi gittiler.
Hasta yatağındaki annemi anımsadım.
On üç yaşındayım. Annem kanser illetinin pençesinde. Ben mahallede ne kadar çocuk varsa, evimizin önünde oyun oynamaya çağırıyorum. Karacayik (Sığırcık) sürüleri gibi bağırış çığırış içinde geliyor, evimizin sokağa bakan penceresinin önünde oyunumuza konuyorduk. Oysa annemin, gürültüsüz, sesten uzak dinlenmesi gerekirdi. Ağrılarını dindirmek kolay olmuyordu. İğne ve ilaçların uyuşturucu etkisiyle belli bir süre uyuyabiliyordu gerçi, ama o da birkaç saati geçmiyordu. İlaçların etkisi geçince, annemin acıları on misli artarak geri dönüyordu sanki. Yeniden inlemeler, dayanılmaz ağrıların canhıraş feryadı…
nolacak bu oğlanın halı
Her geçen gün annemin yüzünde solgunlaşan canlılığın yerini, koyulaşan sarımtırak, küflü bir sarı renk alıyordu. Derisinin suyu çekilmiş derler ya, öyle. Gözlerinin beyazına oturmuş bir ölüm sarısı. Gözaltlarında, annemin güzelliğine ayrı bir alımlılık ve zarafet katan harelerin yerini bu kez, hastalığın ağır seyretmesine bağlı, aşırı kilo kaybetmesinden kaynaklı siyahi bir tonda, is karasını andıran koyuluk almıştı.
Annem hastalığının bütün ağırlığına rağmen, babam eve geldiğinde, benden küçük kız kardeşlerimle ilgili uzun uzun konuşurdu. Kendi hastalığına, dayanılmaz ağrılara aldırmaz, eğer o gün gelirse, kız kardeşlerimin durumlarının ne olacağını düşünürdü hep. Özellikle, her konuşma öncesinde ya da sonrasında:
“Bak İdris,” diye başlar, “kızlarımı sana emanet ediyorum. Oğlanlar büyüdüler artık. Onnar kendi başlarının çaresine bakarlar. Ama kızlarıma gözün gibi bak. Ağabeyimin oğullarına sakın ha vermiyesen. Bu sana son vasiyletim” der, sıkı sıkı tembihlerdi.
Meraklanıp sorardım:
“Niye ki anne?”
Bana:
“Got kafalı oğlum, sen annamazsın. Büyüdüğünde baban sana anlatır” diyerek, savuştururdu beni. Kardeşlerimle ilgili konuşmaları bitince sıra bana gelirdi:
“Şu got kafalı oğlan yok mu İdiris, şu god kafalı oğlan, yedi bitirdi beni.[1] Ben, şu kapının önünde oyun oynamayın dedikçe, o, bütün mahallenin çocuklarını it sürüleri gibi peşine takıp evin etrafında koşturup durdular. Ne uyku uyuyabildim ne dinnenebildim… Nolacak bu oğlanın halı, bilemiyorum…” diye, benimle ilgili dert yanardı hep. Böylelikle gündüz yaptıklarımın kefaretini ödeme sırasını bana gelirdi.
çocuk aklı bu, laf dinler mi
Dinlemez elbet. Babam ne kadar döverse dövsün, nasihat etsin, korkutsun, ben bildiğimden şaşmazdım. Söylenenler bir kulağımdan girip ötekinden çıkardı. Babam her zamanki öfkeli bakışlarını takınır, annemin yaramazlıklarım konusunda anlattıklarını duyunca, kulağımdan tuttuğu gibi kapı dışarı… Evin alt yanında kışlık için baharda budanan söğüt dalı yığınları içinden bir sopa yapar, bana girişirdi. Tövbe ettirene kadar, yer misin yemez misin… İlk bir iki sopanın canımı yakmasının ardından, yediğim sopaların acısını hissetmezdim sonra. Çünkü bacaklarımın kalın etleri buna alışıktı ve uyuştuğunda acıyı hiç duymazdım.
Ertesi gün mü?
Aynı tas aynı hamam. Got kafalı, ne yapar eder yine, oyun arkadaşlarını evin önünde toplar, iki takım halinde, “GS-FB” maçları gırla giderdi…
Evimiz, kerpiçtendi. Kalın duvarları, yüksek tavanı, geniş pencereleriyle iç açıcı, ferah bir evdi. Birkaç damın bitişik nizam ve iç içe odaların bulunduğu, ahır ve mereğin yer aldığı yığma yapılardan oluşan evimizin biri yol üstünde, tek oda bir sofası olan diğer evimiz de yolun alt yanındaydı. Bu evimiz, genellikle misafirler içindi. Şehirden ya da bir başka köyden akraba, dede ya da taliplerimiz[2] geldiklerinde burada kalırlardı.
dönüşü olmayan bir yolculuktu sanki gözleri
Annem bütün hastalığı süresince yolun altındaki bu evde kaldı.
Evin girişinde bir sofa, sofada küçük bir mutfak vardı. Bulaşık, el yüz yıkamak için bir çah,[3] ana girişi karşılayan duvara paralel, yatak, yorgan, kırlent, minder gibi eşyaların konulduğu yüklük… Karşı duvarda kap kacağın dizildiği terek[4]… Her iki duvarın birleştiği, sokağa bakan yan duvara dayalı, sabit olarak yapılmış ve yemek yaparken oturup gelen konu komşuyla sohbet etmek için üstünde kilim, oturma minderleri, sırt yaslamak için kamış dolgu sert yastıkların dizildiği oturma yeri, maggat[5]tamamlardı.
Büyükçe bir odanın iki duvarını “L” şeklinde dolanan maggat, üç duvarda, dış dünyayla bizi buluşturan gömme, büyük pencereler. Pencerelerde annemin sevdiği en güzel çiçekler:
Camgüzelleri, küpe çiçeği, begonyalar, sardunyalar…
Ortada el tezgâhında dokunmuş bir kilim. Girişin solunda yola bakan pencerenin bulunduğu duvara, dikine gelecek şekilde annemin yaylı demir karyolası. İki yastık, iki döşek üst üste. Başucundaki pencerenin içinde iki camgüzeli, iki küpe çiçeği. Demiryoluna bakan karşı pencerede ise begonyalar, sardunyaları annemin… Mis gibi kokardı oda. Çiçeklere bakıp bakıp, dalar giderdi. Uzaklara, çok uzaklara. Geri dönüşü olmayan bir yolculuktu sanki gözleri.
sevmedi beni bu çiçekler
Annemi kaybedeli kırk yıl oldu, tam. Evlendim. Kimse benim evlenip çoluk çocuğa karışacağıma inanmazdı. Got kafalının tekiydim. Yaramaz, haylazın biri. Şimdi bir oğlum, bir kızım var. Oğlum çoktan geçti beni. Kızım gençliğimin asi kişiliğinde annesine kök söktürüyor. Uyumlu ve sevecen, olgun kişiliğiyle oğlum, annesinin bir benzeri olarak herkesin gözdesi. Bir yanımız asi ve öfke, olgun ve sabır bir yanımız.
Yirmi iki yıl boyunca evimizde bir türlü, camgüzeli, küpeçiçeği, sardunya ve begonyayı büyütemedik. Sevmedi beni bu çiçekler.
Annemi çok üzdüğümden midir?
Bu çiçekler de, filler gibi, yapılanı asla unutmazlar mı yoksa?
Küstüler bana hep, kırgınlar. Bu dört ayrı türden çiçeği yeniden evime getirmeye cesaretim yok. Yine küser de kuruyup ölürlerse peki ya!
Oysa annemin yatağının başucundaki penceresinde camgüzeli, küpeçiçeği hiç eksik olmadı. Demir yolu ve doğuya bakan pencerelerde ise sardunya ve begonyaları, pembe pembe gülüp durdular.
Annem yaşadığı sürece çiçekleri hep açtı. 74 Mart’ında son nefesini vermesinin ardından, çiçekleri de annemin ardından kısa sürede…
Hey gidi got kafalım, hey!..
[1] Geleneksel yerel dil öğrenisinden kaynaklı Erzincan ağzıyla, ya sesli harf düşürülerek ya da eklenerek söylenirdi; annem de hep böyle söylerdi.
[2] Aynı Alevi dedesi ve aynı ocağa bağlı olanlara talip denir.
[3] Gırtlaktan gelen bir sesle, dilin boğaza yakın bölümünün damağa değdirilmesiyle çıkan sesle söylenen yerel sözcük.
[4] Tabakların, bardakların, kaselerin dizili olduğu ve duvara sabit tutturulmuş raflı sistem.
[5] Gırtlaktan gelen bir sesle, dilin boğaza yakın bölümünün damağa değdirilmesiyle çıkan sesle söylenen yerel sözcük.