Carpe diem

Geçmişini sahiplenmeyen, geleceğe ilişkin de bir planı ya da umudu olmayan içi boş, derinliksiz, kof, anlamsız bir kişiliğe bürünmemiz istenmektedir. Kapitalizmin insan zihnini esir alma mücadelesi şimdi büyük ölçüde işte bu “kişisel gelişim” furyasında devam ediyor. Bence bu alanda mücadeleyi önümüze koymanın vakti geldi.   

KAAN POLATLAR

Hem ilahî hem de pagan denilen dinlerde ilginç bir ortak nokta vardır: İkisinde de Tanrılar, sahip oldukları sırların ya da güçlerin bir kısmını istemeden insanlara kaptırdıklarını zımnen itiraf ederler. Kutsal kitapların en eskisi olan Tevrat’ta, insanoğlu daha cennet bahçesindeyken bu sırra ulaşmıştır. Yılan, Âdem ve Havva’yı kandırarak cennet bahçesindeki “İyi ve Kötüyü Bilme Ağacı’nın” meyvesini yedirmiş ve bu sayede insanların bir hususta gözü açılmış, tanrısal bir sır olarak kalması gereken bir bilgiye vâkıf olmuşlardır. Tabii ki bunun sonucu olarak cennet bahçesinden kovularak dünyada acılı bir yaşama mahkûm edilmişlerdir.

Tıpkı buna benzer bir şekilde Eski Yunan mitoslarından birinde, tanrısal bir sır olarak kalması gereken bir şeyi, insanlar yine kendilerinden olmayan bir varlık sayesinde öğrenmişlerdir. Arada, insanlara sırrı ulaştıran hep bir aracı vardır. Burada bu işi yapan varlık Prometheus’tur. Prometheus bir titandır ve titanların yeryüzündeki hâkimiyetini yok edip yerine kendilerininkini geçiren tanrılardan intikam alabilecek bir varlık yaratmak ister. Bu amaçla insanı külden yaratır. O, insanı kendi suretinde ve kendine benzer bir şekilde yoğurmuş ve can vermiştir. Böylece “ilahî” denilen dinlerin insanın yaratılışına ilişkin anlatımlarıyla da epey uyumlu bir seyir izler.

Prometheus, Olimpos’tan bir köz parçasını gizlice dünyaya indirerek bunu insanların kullanımına verir.

Zeus, insanların yaratılmasından pek hoşlanmaz. Belki de ileride tehlikeli bir rakip olabileceklerini hissettiği içindir. Onları açlıktan kırıp geçirmek için avladıkları hayvanların en iyi taraflarının kendisine sunu yapılması emrini verir. Böylece onları zayıf düşürmek, açlığa mahkûm etmek niyetindedir. Ama Prometheus bu konuda da insanların yardımına koşar. Kurban edilen bir hayvanın kemiklerini yağlarıyla kaplayarak bir tarafa koyar, kırmızı etlerini de işkembenin içine tıkarak diğer tarafa yığar. Zeus’tan sunulmak üzere bu iki yığından birini seçmesini ister. Zeus elbette çirkin görünümlü işkembeyi kendisine sunu olarak kabul etmek niyetinde değildir. Ama kurbanın en güzel etlerinin bunun içinde saklandığını fark edemediği için de faka basmış olur. Prometheus, kurnazlığı sayesinde kurbanın en iyi kısmını insanlara ayırmayı başarmıştır ama sonuçta bu etler çiğ olarak yenileceği için henüz insan bünyesine uygun değildir. Onları pişirecek olan ateş ise hâlâ Olimpos’un tepesinde, tanrıların hizmetindedir ve hiçbir insanoğlunun bunu kullanabilecek bilgisi yoktur. Prometheus bu sorunu da çözer, Olimpos’tan bir köz parçasını gizlice dünyaya indirerek bunu insanların kullanımına verir. Tanrıların en önemli ayrıcalıklarından biri, bu ayrıcalığı sağlayan önemli bir bilgi, bu şekilde tanrıların tekelinden çıkartılıp insanların hizmetine sunulmuş olmaktadır. Tıpkı Tevrat’ın tanrısı Yahve gibi, Zeus da tanrısal ayrıcalık sağlayan bir bilginin insanların eline geçmiş olmasından müthiş öfke duyar, gazabıyla Prometheus ve insanları ayrı ayrı cezalandırır.

İnsanlara tahammül gücü veren umut

Prometheus’un cezası, yalçın bir dağ başında, ellerinden ve ayaklarından zincirlenerek ciğerinin her gün bir kartal tarafından yenmesidir. Ama Prometheus ölümsüz olduğu için ciğerinin didiklenmesi onu öldürmez ama tarifsiz acılar verir. Sabaha kadar ciğeri iyileşir ama ertesi sabah yine aynı kartal yanına gelerek ciğerini didiklemeye devam eder. Böylece yıllar boyu devam eden bu işkenceyi, Herakles (Herkül) tarafından kurtarılıncaya kadar yaşamak zorunda kalır.

İnsanların cezası ise daha ilginçtir: Zeus topraktan bir kadın biçimlendirir ve onun güzelliğini Athena’ya benzetir. Adını Pandora koyar. Yeryüzündeki ilk kadın budur ve cennetten kovulmamıza neden olan Havva’nın bir muadilidir. Pandora’yı elinde çeyiz niyetine tutuşturduğu bir kutuyla Prometheus’un kardeşi Epimetheus’a gönderir. Bu arada Prometheus’un adının anlamı “önceden gören”, kardeşi Epimetheus’un adının anlamı ise “sonradan gören”dir.[1] Dolayısıyla öngörüsü güçlü Prometheus, kardeşini “Tanrılardan sakın bir şey alma!” diye uyarmasına ve onlardan alınan her şeyin bir tuzak olacağını söylemesine rağmen, kadının güzelliği karşısında aklı başından giden Epimetheus söz dinlemeyerek Pandora ile evlenir. Hatta elindeki kutuyu açmamasını tembihleyen kardeşinin uyarısına da kulak asmaz ve kutuyu açar. Simgesel farklılıkları bir kenara koyacak olursak burada da hemen hemen cennetten kovulmaya neden olan ilk günahın, tıpkı Âdem ile Havva hikâyesindeki gibi, bir cinsel birleşme olduğu açıktır. “Pandora’nın kutusunun açılmasıyla” ortaya dökülen kötülükler aslında insanlarla kaim olan, insanlara özgü kötülüklerdir ve simgesel olarak insan soyları kastedilmiş olmalıdır.

Kutuda kalan “umut”u, dünyaya salınan acıların bir panzehiri olarak azar azar kullanır ve insanlara tahammül gücü verir.

Biz yine mitosun lafzi yönüne dönelim: Pandora’nın kutusunun açılmasıyla Zeus tarafından kutuya yerleştirilmiş bütün kötülükler dünyaya salınıvermiştir. Prometheus’un durumu fark edip kutuyu kapatması da bir işe yaramaz, çünkü kutunun dibinde sadece bir tek “umut” kalmıştır. Bu umut da muhtemelen Nazım Hikmet’in;

En güzel deniz:
Henüz gidilmemiş olandır.
En güzel çocuk:
Henüz büyümedi.
En güzel günlerimiz:
Henüz yaşamadıklarımız
Ve sana söylemek istediğim en güzel söz:
Henüz söylememiş olduğum sözdür…

Şiirindeki çocuk gibidir. Ve belki daha da kestirmeden söylersek o çocuk henüz doğmamış çocuktur.

Her neyse… Prometheus, kutuda kalan “umut”u, dünyaya salınan acıların bir panzehiri olarak azar azar kullanır ve insanlara tahammül gücü verir.

Sosyalizmin gelecek vurgusunun tehlikelerinin farkına varan düşünür

Dikkat edilirse, panzehir de aslında zehrin kendisinden imal edilen bir şeydir. Dolayısıyla umudun neden en azaplı kötülüklerden biri olarak kutuya konmuş olduğuna insan ilk bakışta bir anlam veremez ama mitosun yaratıcısı için belli ki, umut da diğer kötülükler gibi bir kötülüktür ama ancak başka kötülüklerin etkisini azaltmak için az miktarda kullanmak şartıyla iyi bir nitelik kazanmış olmaktadır. 2.500 yıl önceki muktedirlerin bu tespitini yabana atmamak gerekir. Umudun neden kötü bir şey olduğuna ilişkin günümüzde yapılan tartışmalar olmasaydı, bu mitosun bile öyle üzerinde durulmaya değer bir tarafı olacağını sanmıyorum. Ama günümüzden 2.500 yıl önce umudun, dünyadaki kötülüklerden biri olabileceğine ilişkin fikirlerin bulunması ve günümüzde bu konuda ilginç yeni görüşlerin ortaya çıkması, üzerinde tartışılması gereken bir mesele olduğunu göstermektedir.

Günümüz düşünürleri arasında bu konuya ilk eğilenlerden biri, önceki yazımda konu edindiğim Eric Hoffer’dir. Hoffer, önceleri bir rıhtım işçisi, sonraları liberal görüşlü bir düşünür olarak 1951 yılında yazdığı kitabında o zamanın en güçlü ideolojisi olan sosyalizmin özellikle gelecek vurgusunun tehlikelerinin kendince farkına varmış bulunuyordu. Kimden alıntıladığı belli olmayan bir cümle sanki ona yol gösteriyordu. Cümle şöyledir: “Şimdiyi kurtarmak amacıyla geçmişe karşı savaşmaya davet edilen kişiler, şimdinin nimetlerinden yararlanma imkânlarını feda etmeye hazır olmalıdır.” [2]

Tabii bu cümlede şöyle bir paradoks vardır: Şimdiyi, geçmişin elinden kurtarmak isteyenlerin elinde şimdi bile kalmayacaktır, onlar için tek zaman kipi gelecek olacaktır. Aslında insan hayatına baktığımızda şimdinin en kısa zaman dilimi olduğu anlaşılacaktır. Dağlar gibi sıralanan geçmişimizin yüküyle, bilinmezlerle dolu bir gelecek arasında sıkışmış bir an gibidir şimdiki zaman. Herkesin bildiği veya hissettiği bu gerçeğe rağmen örgütlü yapıları birer iblis yuvası gibi görme eğilimindeki Hoffer, “şimdi”nin bu güçsüzlüğünü sanki örgüt insanlarının bilinçli tavırları belirliyormuş gibi onları suçlama yoluna gider. Ona göre, “şimdiki zamanı” kurtarma iddiasıyla yola çıkan örgütler, elbette geçmişin tortusuna bulaştığı için şimdiki zamanı “sahneden alır” ve yerine geleceği koyar.

Eric Hoffer, 1951 yılında yazdığı kitabında o zamanın en güçlü ideolojisi olan sosyalizmin özellikle gelecek vurgusunun tehlikelerinin kendince farkına varmış bulunuyordu.

“Bir kitle hareketi, şimdiki zamanı sadece kötülemekle kalmaz ayrıca onu kasten kötüleştirir. Asık suratlı, haşin, dik ve duygusuz bir kişilik modası yaratmaya çalışır. Zevkin ve konforun aleyhinde konuşur, insafsız ve hoşgörüsüz bir hayatı över. Basit eğlenceye adi, hatta kötü gözle bakar ve kişisel mutluluk elde etmek için yapılan çabaların ahlaksızlık olduğunu ileri sürer. Bir kişinin kendini eğlendirmesi, düşmanla (yani şimdiki zamanla) işbirliği yapması demektir. Çoğu kitle hareketince, dünya nimetlerinden yüz çevrilmesi için yapılan propagandanın başlıca amacı, şimdiki zamanın değerini düşürmektir. “ [3]

Hoffer’ın yaptığı çarpıtma

Bu uzun alıntıdan sonra Hoffer’in tespitlerini bir bir ele almamız gerekiyor: Her şeyden önce Hoffer çok ciddi bir çarpıtma yapıyor: Zaten ülkeyi ve dünyayı değiştirme iddiasındaki bir örgüte, ancak geçmişinden ve tabii ki “şimdi”sinden memnun olmayan insanların sempati duyacağını görmezden geliyor. Hoffer’in “şimdiki zaman” diye hem geçmişten hem gelecekten ayırmaya çalıştığı kavram, aslında büyük oranda geçmişin bir devamıdır. Çünkü şimdi sahip olduğumuz her şey; kişiliğimiz, bilincimiz, anılarımız, maddi durumumuz, başarı ve başarısızlıklarımız geçmişten bugüne devraldığımız varlık ve olgulardır. Bütün bunların toplamı kişiyi memnun ve tatmin etmiyorsa, elbette dünden bir farkı olmayan bugünün fazlaca bir kıymeti olmayacaktır. Böyle bir kişi için geriye sadece geleceğin, şimdikinden daha iyi olacağını hayal etmek kalıyor. Bu da kavram olarak umuttan başka bir şey değildir. Fakat umut bile sadece kişinin hayal gücüne kalmış bir kurgu olarak kaldığı sürece, geçmişinin pençesinden asla kurtulamaz. Bu da demektir ki kişi tek başına, o güne kadar geçmişinin yarattığı bilincinin sınırlarını aşamayacaktır. Başka bir deyişle, fakirlik çeken birinin umudu daha bol para kazanmak, başını sokacağı bir eve sahip olmak, fakirliği yüzünden babası tarafından reddedilen sevdiği kızı kendine eş olarak alabilmek vb. gibi şeylerdir. Dikkat edilirse bütün bunlar sadece umuttur ve örgütlü bir yapının, geleceğin daha iyi olacağını iddia eden bir partinin vizyonu bunlarla sınırlı olamaz. Bu yapıların görevi, sıradan insanlara umut satmak değil, gelecek tasarımı inşa etmektir. Üstelik geçmişinden ve “şimdi”sinden memnun olmayan insanlar için gelecek bile geçmişin pençelerinden tümüyle kurtulmuş olamaz. Aslında gelecek de tıpkı Marx’ın dediği gibidir:

“İnsanlar tarihlerini geleceklerini kendileri yaparlar, ama kendi keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapmazlar, doğrudan belirli olan ve geçmişten gelen koşullar içinde yaparlar. Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve onlar kendilerini ve olguları, bir başka biçime dönüştürmekle tamamıyla yepyeni bir şey yaratmakla uğraşır göründüklerinde bile, (…) korku ile geçmişteki ruhları kafalarında canlandırırlar, tarihin yeni sahnesinde o saygıdeğer eğreti kılıkla ve başkalarından alınma ağızla ortaya çıkmak üzere, onların adlarını, sloganlarını, kılıklarını alırlar.” [4]

Şimdi yaşanan şartlardan bambaşka bir hayat kurmak isteyen insanların bile geçmişin tasallutundan kurtulmaları mümkün değilken, “şimdiki zamana” hak ettiği değeri verme iddiasındaki bu kişilerin kastettikleri de aslında geçmişi sevmek ve kabul etmekten başka bir anlam içermez.

Geçmişten gelen ve E. Fromm’un “coşku” dediği doğal bir neşe yoksa, bugünden zevk almak isteyen insanın da köksüz, yapay bir neşeye ihtiyacı var demektir. Günümüz piyasasında bu hazlardan bolca satıldığı için E. Hoffer’in “zevkin ve konforun aleyhinde konuşanlar” muhtemelen bu sentetik hazları zararlı bulanlardır. Yoksa hiç kimse veya hiçbir örgüt, kişide doğal sebeplerle zuhur eden coşku ve neşeyi elinden alamaz.

En tehlikeli araç, umut

Hoffer örgütlü yapıların gelecek tasarımını hep tek bir insanın basit umut kavramıyla açıklamaya çalışır. “Daha iyi bir gelecek umudunu sağlamadan, şimdiki zamanı etkili bir şekilde değerden düşürmek imkânsızdır,” diye bir tespitte bulunur. [5] Hoffer, “şimdiki zamanı” savunma görevini üzerine almıştır, ama kimlere karşı? Elbette “şimdiki zamanı” gözden düşürmeye ve yerine umudunu geçirmeye çalışan birtakım “art niyetli” örgütlere karşı… Bu nedenle umudun en tehlikeli araç olduğunun farkındadır. “Umut olmaksızın, karşılıklı fedakârlık ve işbirliği yapmak imkânsızdır. Her şey bugünden ibaret olduğu zaman, elimize geçirebileceğimiz her şeye sıkıca yapışır ve onu elden bırakmak istemeyiz,” der. [6]

Kesinlikle doğru bir tespit… Bu durumda sistemin asıl hedefine koyması gereken gerçek ortaya çıkmış olmaktadır. En başta insanların umudunun yok edilmesi veya umut diye birtakım saçma sapan hedeflerin kişilerin zihinlerine zerk edilmesi gerekmektedir.

Yüzlerce yıl önce Eski Yunan’ın mitoloji yaratan muktedirlerinin, “umut”u, Pandora’nın kötülükler kutusuna koyarak açtıkları yolu elbette günümüzün muktedirleri tamamlamak isteyecektir. Eric Hoffer sistemin yürüyebilmesi için gerekli tespit ve tahlillerini taçlandıracak kavramı icat edememişti. Ama tespitleri gerçekten de dikkat çekiciydi. Örneğin şuna bir bakalım: “Kesin inançlı kişinin yeni ve imkânsız bir işe girişmesindeki cesaret yalnız öğretinin ona verdiği yücelik duygusundan değil, ayrıca o öğretinin onda sağladığı geleceğe güvenden gelir.” [7] Geleceğin, şimdikinden çok daha iyi olacağına inanmak veya güvenmek kabaca umudun tanımıdır. Dolayısıyla bir ülkenin üzerine çöreklenmiş egemenler için halkın umudunu koruyor olması kâbus anlamına gelir. Yapılması gereken umudu söndürmektir.

Yine Hoffer’in tespitlerine geri dönelim: “Aktif bir kitle hareketi, şimdiki zamanı gözden siler ve ilgisini gelecek zaman üzerinde toplar ve gücünü işte bu davranıştan alır,” [8] Aslında bu tür tespitlerden sonra egemenlerin yapması gereken hamle de kendiliğinden şekillenmiş olur: gelecek yerine bugünü öne çıkartmak gerekmektedir.

“Kişisel gelişim” adı altında pazarlanan “carpe diem”

Erich Hoffer hedefe giden yolu açmıştı ama o bile bunun dev bir külliyata dönüşeceğini tahmin etmemiş olmalıydı. Öncelikle onun tespitlerinin sloganlaşmış hali çok sonraları imal edilmişti: CARPE DİEM. “Anı yaşa” demektir. Artık bu türden ucuz tavsiyeleri, kendine “devrimci” diyen insanların ağzından duyabileceğiniz gibi, bir aracın ön camına yazılmış halde de görebilirsiniz. Ben ikisine de şahit oldum. Tabii ki “kişisel gelişim” adı altında pazarlanan bir tür içerisinde sonsuz kereler bu kavram işlenmiştir ve işlenecektir. Elbette bunu Avrupalı ve Amerikalı yazarların çok daha usturuplu yaptığını söylememe gerek yok. Çünkü kavramın icatçısı ve geliştiricisi onlardır ama bizim yerli yazarlarımız, onları taklit ederken çok daha ilkel, kestirmeden ve açık yazdıkları için asıl niyetlerini yeterince saklamayı başaramazlar. Günümüzün Carpe Diem pazarlamacısı bir yerli yazarımızın “derin” tahlillerinden örnekler vermeye başlayabiliriz.

Aşkım Kapışmak. “Bırakın geçmişi, geleceği. Gerçek şimdide, an’da.” diyerek sanki kendinin bulduğu bir bilgeliğe davet ederek kitabına başlar.

“Carpe Diem” kitabının yazarı Aşkım Kapışmak, “Bırakın geçmişi, geleceği. Gerçek şimdide, an’da.” diyerek sanki kendinin bulduğu bir bilgeliğe davet ederek kitabına başlar.[9] “Hırsızın olacak geçmiş, gelecek, an’ı çalacaklar. Sen ise biraz an yakalayıp uyuyacaksın.” [10]

Başta söylediğim gibi bizim yerli yazarların felsefi kapasitesi diğerleriyle kıyaslanamayacak kadar sınırlı olduğu için Aşkım Kapışmak da an’da kalmayı tarif ederken bir hayli zorlanıyor ve bunu sokağa çıktığımızdaki karşılaştığımız binlerce uyarana dikkat etmekle bir tutuyor. Yani çiçeğe, böceğe, rüzgârın sesine, dalgaların hışırtısına, kuşların cıvıltısına, çimenlerin yeşiline, gökyüzünün maviliğine, bulutların şekline vs. Bütün bunlar elbette ki beş duyu organımızla algılanan basit uyaranlardır. Düşünme süreci bu uyaranların algılanmasının üzerinde bir durumdur. Örneğin bu tür uyaranların sebep olduğu bir şiir, öykü veya ezgiye dönüşebiliyorsa, uyaranlar bilinç haline gelmiş demektir. Ama uyaranlar hiçbir zihinsel etkiye sebep olmadan bize sadece keyif de verebilirler ama nedense söz konusu yazar, bunlardan sadece keyif alacağımızı ya da almamız gerektiğini varsaymaktadır. Aynı uyaranlar başka bir mevsim, diyelim ki kışın bizi üşütebilir, çabucak acıkmamıza neden olabilir, burnumuzda tıkanıklığa yol açabilir, vs. Bu durumda keyfimiz kaçabilir. Her uyaranın mutluluğa sebep olacağı gibi bir şart yoktur. Yani an’ı yaşamak adı altında uyaranların sebep olduğu birtakım duygusal salınımlara sanki hayatın gerçek anlamıymış yaftası yapıştırmak aslında hiçbir fikirsel üretim yapamamanın ifşasından başka bir şey değildir. Zaten Aşkım Kapışmak da yeni bir fikir üretme derdinde değildir. Onun üretebildiği tek fikir, geçmişin tasavvuf kavramlarını kapitalizmin hizmetine sunmaktan ibarettir. Çünkü insana yaşadığı an’ın hediyeleri aslında Allah tarafından tevdi edilmiştir. Dolayısıyla ister hayır ister şer olsun o anda olanlara şükretmek gerekir. Şükür, kabullenmek için atılması gereken en önemli adımdır. Bir felaketin ardından Allah tarafından bir mutluluk ihsan edileceği için sadece sabretmek ve ibret almak gerekir. Bir de şöyle bir “zihin egzersizi” tavsiyesinde de bulunur: insan sabah kalktığında etrafına bakınmalıdır. “Dolaba, yastığa, halıya, pencereye…” Sonra sayabildiği kadar sayıp her biri için Allah’a şükretmelidir. Sonra da sevdiklerini, isimleriyle birlikte sayıp şükretmelidir.[11]

Sebep-sonuç ilişkisinden koparılmış sentetik bir mutluluk

Tabii ki bunların hepsi sahip olunanlardır. Dolayısıyla işin bu tarafı kapitalizmle de uyumludur. Çünkü kapitalizm de bir yandan vahşi bir dünyada bireyi, insani olan her şeye yabancılaştırmaya uğraşırken güvence olarak sadece sahip oldukları ve mülklerine dayanabileceği telkininde bulunur. Ama diyelim ki bütün bunları salt sahip olunanlarla sınırlı tutmadığını iddia etse bile zaten kanıtlamak istediği fikrinde büyük bir çelişkiye düşmüştür. Çünkü bütün bunlar aslında bugüne ait nesne ve varlıklar değildir. Hepsi geçmişte kazanılmış, sahiplenilmiş, mülk edinilmiş nesne ve varlıklardır. Dolayısıyla şükrettiğin şey geçmişinedir ve şükrün de Tanrının, geleceğini teminat altına alması içindir. Doğrusu geçmiş ve geleceğe boş verme vaazından sonra şimdiye ilişkin hiçbir elle tutulur şey söyleyememektedir. Onu da ben söyleyeyim: Eğer şimdiyi, geçmiş ve gelecekten bu denli keyfi bir biçimde ayırmaya kalkarsak, şimdinin payına birtakım esintili duygular ve hayallerden başka hiçbir şey kalmaz. Çünkü başarı ya da başarısızlığın geçmişten şimdiye miras kalmıştır ve gelecek için hayallerin ve umutların da ancak şu andaki konumunla mütenasiptir. Oysa söz konusu yazara göre “Gözünü açtığın an ilk söyleyeceğin şey, ömrüm sadece bugün demek olmalıdır.” [12] Böylece geçmişini sahiplenmeyen, geleceğe ilişkin de bir planı ya da umudu olmayan içi boş, derinliksiz, kof, anlamsız bir kişiliğe bürünmemiz istenmektedir. Zaten Aşkım Kapışmak da, öğretisinin en doğal uygulayıcıları olarak çocukları ve hayvanları gösterir. Ne büyük bir ilerleme! Belli ki sistemin sahipleri bize ancak bunu reva görüyorlar, bu türden yazarlar da bize köpekleşmenin telkinini yapmaya çalışıyorlar. Tabii ki bu denli içi boş telkinlerle bu türden aldatmacaları kabullenmemiz için aslında “toksik iyimserlik” denen sebep-sonuç ilişkisinden koparılmış sentetik bir mutluluk pazarlaması yapmaları gerekiyor.

Kapitalizmin insan zihnini esir alma mücadelesi şimdi büyük ölçüde bu “kişisel gelişim” furyasında devam ediyor. Bence bu alanda mücadeleyi önümüze koymanın vakti geldi.    


KAYNAKÇA 

[1] Michael Köhlmeier, Tanrıların Masalları, Yurt Yayınları, s. 76
[2] Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, İm Yayınları, s. 108-109
[3] A.g.y., s. 109
[4] K. Marx, Louis Bonaparte’ın 18 Brumaire’i, Sol Yayınları, s. 13-14
[5] Eric Hoffer, Kesin İnançlılar, İm Yayınları, s. 110
[6] A.g.y., s. 111
[7] A.g.y., s. 124
[8] A.g.y., s. 125
[9] Aşkım Kapışmak, Carpe Diem, İnkılap Yayınları, s. 15
[10] A.g.y., s. 18
[11] A.g.y., s. 127
[12] A.g.y., s. 125