Her birimizin ciddiye alınmadığımıza ve önemsenmediğimize dair anıları ve buna bağlı kırıklıkları vardır heybesinde. Okumaktan, soru sormaktan, düşünmekten, düş kurmaktan, çevreye karşı gösterdiği duyarlılıktan ve buna bağlı olarak koyulan bir tepkinin içinde olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bir arkadaş, gözaltında gördüğü işkenceleri bana anlatınca; daha ne istiyorsun, bak işte seni ciddiye almış adamlar diye takıldığımı anımsıyorum. Gülüşmüştük.
HAYRETTİN GEÇKİN
Ayrılıyorduk ki “Boğa Heykeli” adlı romanını uzattı. Aldım. “Vakit bulabilirsen okumanı isterim,” dedi. Alındığımdan değil, asla değil. Ama kurduğu cümlenin üzerinde düşünmeden edemedim yine de. “Vakit bulabilirsen okumanı isterim”.
Çoğunlukla yanımızdakilere/yanıbaşımızda olup bitenlere kayıtsız kalan, ondan habersiz kalmayı seçen, görmezden gelen bir yanımız var insan olarak. Bu durum keşke dünyada yalnızca bizim coğrafyamızdaki insanlara özgü bir şey olsa. Halil Özçelik, cümleyi kurarken bir gerçekliğin altını çiziyordu belki de… “Birbirimizin yabancısıyız,” demeye getiririyordu. Ve içtenlikle yeni bir ilişki biçimi sunuyordu. Bu yakıcı gerçekliği; “Kardeşin duymaz eloğlu duyar,” ifadesi ne kadar da çarpıcı biçimde anlatıyor değil mi?
Her birimizin ciddiye alınmadığımıza ve önemsenmediğimize dair anıları ve buna bağlı kırıklıkları vardır heybesinde. Okumaktan, soru sormaktan, düşünmekten, düş kurmaktan, çevreye karşı gösterdiği duyarlılıktan ve buna bağlı olarak koyulan bir tepkinin içinde olmaktan başka hiçbir suçu olmayan bir arkadaş, gözaltında gördüğü işkenceleri bana anlatınca; daha ne istiyorsun, bak işte seni ciddiye almış adamlar diye takıldığımı anımsıyorum. Gülüşmüştük.
Bir gün arkadaşlarımdan birine uğramıştım. İlk kitabımı armağan etmiştim kendisine yıllar öncesinde. Kütüphanesine bakarken gözüm ilişti, yoksa nerden aklıma gelecekti! Arkadaş çay servisi yapmak için mutfağa gittiğinde raftan uzanıp elime aldım kitabı; imzalarken neler yazdığımı merak etmiştim. Kitabı karıştırdığımda hiç açılmadığı, okunmadığı izlenimini uyandırdı bende. Olayın üzerinden uzun yıllar geçmiş, bu arada başka kitaplarım da çıkmıştı. Onların da hiçbirini edinmediğini farkettim arkadaşımın.
Çaylarımızı yudumlarken, o günlerde gündemde olan Kürt sorununun çözümüne yönelik kurulan masadan söz etmeye başladı arkadaş: “Solcuyum, sosyal-demokratım diyenlerin yapamadığını, CHP’nin ağzına dahi alamadığı meseleyi AKP çatır çatır çözmeye başladı bile,”diyerek başlattı sohbeti. Ona CHP’yi savunacak değildim kuşkusuz ama dozu kaçmış bir kahkaha patlatmaktan da yapamadım.
Söz sırası bendeydi: Avrupa Birliği’ne girmek, demokratikleşmeyi sağlamak, hak ve özgürlükleri genişletmek, askeri vesayeti kaldırmak iddiaları ile iktidara geldi AKP dedim… Çünkü toplumun sıkışmışlığı buradaydı. Peki AKP’nin böyle bir derdi olabilir mi? Bunları çözebilecek bir argümana, donanıma, derinliğe sahip olabilir mi? Onlardan böyle bir vicdan mı bekliyorsun diye de ekledim. Şaşırmıştı. Devam ettim: “Solcuyum”, “sosyaldemokratım” diyenler Filistin Sorunu’na karşı gösterdiği duyarlılığın kaçta kaçını aynı toprakları paylaştığımız, koyun koyuna yaşadığımız Kürt kardeşlerimizin sorunlarına karşı gösterdi söyle bana? Şimdi kalkmışsın, ülkeyi adeta devlet eliyle mahvetmek için iktidara gelmiş, ülkeyi Ortadoğu bataklığına sürüklemeyi ideolojisinin merkezine almış, yaşam alanlarımızı sinsi sinsi cami avlusuna çevirmeye çalışan; demokrasiyi, hukuku iğdiş etmek için hazırlık planları yapan, fırsat bulur bulmaz okulları dini okullara, kuran kurslarına çevirmeyi planlayan böyle bir yapıdan ülkenin demokratikleşmesinin önünü açacak en temel sorunu çözeceğini bekliyor, yetmezmiş gibi bir de buna inanıyorsun. Bravo sana dedim.
Bunları biraz da intikam alır gibi mi söylemiştim yoksa! Ama neyin, kimin intikamı? Yolda yürürken niye anımsadım bütün bunları şimdi? Hangi damarıma basmıştı Halil Özçelik? Birbirimize sağır olmanın, birbirimizin düşüncesini merak dahi etme(me)nin, birbirimizin acılarına ve sevinçlerine ortak olma(ma)mızın bizi nasıl bir topluma haline getirdiğini anlatmaya mı çalışıyordum yoksa arkadaşıma? Birbirimize karşı yabancılaşmaya bir başkaldırı mıydı? Ya da basit bir huysuzluk mu? Açıkçası bilmiyorum.
Uzatmayayım, Halil Özçelik’in birkaç yıl önce okuduğum Çocukluk İşte adlı öykü kitabının ardından, geçen yıl Cinius Yayınları’ndan çıkan ve “Vakit bulabilirsen okumanı isterim,” diyerek armağan ettiği Boğa Heykeli romanını iki gün içinde okuyup bitirdim. Önce şunu söyleyeyim: Ben de yazan çizen biriyim. Okuduğum kitapların estetik yanlarından, bana sundukları edebiyat zevkinden büyülenmiş bile olsam, kitapların genel oluşumlarına, paylaştıkları ve sundukları dünyalara katkım da olur az çok. Yazara katılmak zorunda değilsiniz çünkü. Eksiklerine parmak basabilirsiniz. Düşüncesine ve dili kullanma biçimine katkı verebilir, çeşitli şekillerde öneriler sunabilirsiniz. Boğa Heykeli adlı romanı okuyunca böyle olmadı. Baktım ki yazar benim elimden tutmuş, bana bilsem de pek fazla göremediğim şeyleri bir aydın edasıyla göstermiş, yanı başımızda akıp giden bir takım gerçeklikleri farklı bir dille, farklı bir yaklaşımla duyarlıklarıma bırakmış. Bu durum her romanın kolay kolay başaracağı bir şey değil bende.
Yazarla aynı ilde yaşıyoruz: Çanakkale’de! O, buranın yerlisi. Bense buraya yerleşeli 5-6 yıl oldu daha. Kendisiyle tanışalı da belki o kadar. Oturduğumuz yerler birbirine biraz uzak olsa da zaman zaman görüştüğümüz oluyordu. Ama pandemi bir ölçüde set çekti bu görüşmelere. Her neyse! Bir kentte yaşamayı hak etmekten söz edecek olsak; o, bu kentte yaşamayı çoktan hak etmiş, duruşuyla, kalemiyle aydınlık bir insan. Yaşadığı kentte bir vicdan. Onurlu bir gelecek emekçisi ülkesinin… Şiirlerinden bazılarını okumuştum ama çocuk kitaplarını görme şansım olmadı henüz. Çizgileri çok güçlü. Üniversite yıllarında Oğuz Aral’dan dersler aldığını da biliyorum.
İşin sevimsiz tarafını anlatmasam olmaz: Kitabı okuyup bitirdikten sonra Çanakkale’de okurluğuna inandığım bazı arkadaşlarıma Halil Özçelik adını duyup duymadıklarını sordum. Bazı yazar arkadaşlarıma da yazarın söz konusu kitabından haberdar olup olmadıklarını… Hiç de olumlu bir şey söyleyemeyeceğim bu konuda. Merakımı yenemeyip kitapçılara girip yazarın kitabını sordum. Bir kitapçı “var” dedi yalnızca. Türkiye’de kitap okuma oranı en yüksek 10 ilden biri olarak gösterilen Çanakkale için ülkenin en yakıcı gerçekliklerinden birini dile getiren böylesi bir kitapla yeterince tanışmamış olmasının bir eksiklik olarak altını çizdim istemeye istemeye. Kendimi de azarlamadım değil.
Bana kalırsa anne babaların, gençlerin, öğretmenlerin, hukukçuların, sosyal bilimcilerin, iletişimcilerin, aydınlık bir Türkiye ülküsü içinde olan kim varsa, kim kendisini öyle hissediyorsa hepsinin bu kitabı okuması lazım. Yukarıda bir arkadaştan söz etmiştim ya, hani kitap armağan ettiğim, bende kitabın sayfasını bile açmadığı izlenimini uyandıran arkadaşım; onun da okumasını istiyorum… Olur a ona yolum düşerse, bu kez ülkenin 20 yılda ne hale geldiğini de konuşuruz belki de. Ne de olsa arkadaşız, olup bitenler karşısında Fransız kalmasını istemem açıkçası. Devlet yapılanmamız azcık çağdaşlığa yakın olsa, azcık demokratik, özgürlükçü öğeler taşısa diyeceğim ki kitabı bu ülkenin kaderinde rol oynayacak herkese alıp ücretsiz dağıtsın.
Hem içeriği, hem niteliği hem de bilinmesi noktasında eşim Zeynep’le de konuştum. Yüzümdeki acıyı ve sevinci gördü. Demez mi ki “Halil Özçelik de kitabın bilinmesi için biraz çaba gösterseydi, reklam şirketleriyle çalışsaydı örneğin…” Espriydi elbette. Benim ne diyeceğimi bekliyordu büyük olasılıkla. Yazarın görevi iyi bir yapıt ortaya çıkarmaktır. Yazar bunu yaparak görevini tamamlamış dedim.
“Boğa Heykeli”nin ne anlattığını merak ediyorsunuz değil mi? Ama önce şunu söylemeliyim: Romanın dili anladığımız dil, ama farklı… Sanki gündelik dil ama değil. Ben de böyle anlatabilirim diyeceğimiz halde, çok sürmüyor ancak böyle bir anlatımın yazara has bir anlatım olduğunu ayrımsayabiliyorsunuz. Klasik dönemin anlatım teknikleriyle modern dönemin anlatım tekniklerinin birbirinin içinde eridiğini söyleyebilirim kitapta. Olay kahramanları klasik dönem olay kahramanlarını andırıyor. Çarpıcı olan, bazı kahramanlarla kendinizi özdeşleştirebiliyorsunuz. Çevrenizde gördüğünüz kişiler bazıları da. Öyle ki insan tasvirleri bile tek başına sizi büyülemeye yetiyor. Kitabın baskısının, dizgisinin, kullanılan kâğıdın iyi olduğunu söyleyemem. Roman boyunca ufak tefek eksiklere de rastlayabilirsiniz. Ama kitaptan almak istediğimize engel bir durum yok.
“Boğa heykeli”, farkındalık yaratmak üzerine kurgulanmış. Ama bir yanda kurgu, bir yanda da bu kurguyu destekleyen ve her gün bizi ürperten gerçeklik. Kurguyla gerçeklik de iç içe geçmiş kitapta. Kitap, Kuran kurslarında, tarikat yuvalarında bütün bir toplum için örülen karanlığı konu alıyor. Bir çürümeyi… İnsan çürümesini… Söz konusu odaklarda çocuk taciz ve tecavüzlerinin acı gerçekliğini. Bu olup bitenler karşısında bir avuç aydın insanın yalnız bırakılmış çabalarını.
Roman da aşkın aydınlığı da var. Öğretmen Aydın’la öğretmen Şenay etrafında kendisini örgütleyen aşk… Okurun tamamlaması için çok şey bırakmış yazar. Bu da romanın başarı hanesine yazılmalı kuşkusuz.
Kulaklarımda hâlâ yazarın o sözü: “Vakit bulabilirsen okumanı isterim.” Ya vakit bulamasaydım!