Bizi Güvenimizden Vuruyorlar

Ne muhalefete kaldı inancımız, ne de iktidara. Bu nasıl bir kirlenmedir ki üstümüze sıçradı, pis kokudan başımız dönüyor. İnanç söylemiyle gelip inancımızı yıkanlar, bu memleketten nasıl yıkanıp arındırılacaklar

 

EMİNE SUPÇİN

Belki rüyadasın belki gerçek. Güneşin altın pırıltılarını üzerinde yakamozlandıran, pırıl pırıl bir nehir kenarındasın. Henüz üstünde kimse taş sektirmemiş, içindeki balıklar yalancı yemlerle aldatılmamış, kenarında boy veren bitkiler can yakan tırpanla tanışmamış. Kısaca insan eli değmemiş bir nehir kenarı orası. Ayaklarını sokuyor, geldiği yere doğru yürüyorsun ve akışının o kendine has olağanlığına hayranlıkla bakıyorsun. Bu çağda, bu kadar doğal ve bu denli temiz kalışına hayret ediyorsun. Biraz ilerideki ağacın gölgesine ulaşmak için sudan çıkıyor ve üstüne bastığın çayırın ayaklarını gıdıklayışını hissediyorsun. Tam ağaca sırtını verip bu olağanüstü doğal güzelliği seyre daldığın sıra nehrin kenarlarından kocaman borular peydahlanıyor, borulardan iğrenç atıklar boşalmaya başlıyor. Atık! İnsan denen canavarın her türlü kimyasal, fiziksel pisliği nehre boca oluyor. Borular pislik öğürüyor, b.k kusuyor… Çayır şaşkın, sen şaşkın, balıklar perişan…

Nehri alnından vuruyor insan!   

Belki rüyadasın, belki gerçek. Üstüne titrediğin, gözünden sakındığın güzel bir çocuklasın. Senin çocuğun, senin yavrun. Daha  9-10 aylık. Bukleli saçlarına henüz makas değmemiş, deniz mavisi gözlerine henüz korku sinmemiş, anne memesinden henüz ayrılmamış; altında bezi, iki adımlık yürüme cesaretini yenice göstermeye başladığı zamanlar. Parktasınız. Hava günlük güneşlik. İlkbaharın o ılık ve ıtırlı esintisi doluyor ciğerlerinize. Salıncağa oturtmuşsun miniği. Arkasında değil önünde duruyorsun, hızla değil yavaşça sallıyorsun. Minik tombul elleriyle tutunduğu salıncağı kendisi de ivme katmak istiyor ve ritmik bir şekilde ileri geri hareket ediyor. Gülümsüyor. Gülümsüyorsun.

Her saniyesi mutlu bir anın kucağındasınız. Fakat aniden dört bir yandan ateş edilen silahlı bir saldırı ortaya çıkıyor. Silah sesleriyle birlikte panikle, yavrunu oturduğu salıncak koltuğuyla birlikte kucaklıyorsun. Gözlerin sımsıkı kapalı, bedenini ona kalkan ediyorsun. Bir süre sonra silah sesleri duruyor ve sarıldığında saçlarının kokusu burnuna dolan yavruna bakıyorsun. Vurulmuş! Deniz mavisi gözlerinin birinden girmiş kurşun. Başının arkası paramparça…

Hem nehrin adı, hem de çocuğun adı ortak: GÜVEN.

“Ey ahali!” demek geliyor içimden. “Bizi güvenimizden vurdular!”

Öyle kırılgan, öyle narin bir duygudur ki güven bir kere yok olursa tekrar geri gelmez. İçinde mutlu balıkların yaşadığı nehri de, deniz mavisi çocuğu da vurdular. Bir daha hiç kimseye güven duyamayacağız artık. Üstelik bu güven bireysel değil, toplumsal.

Bağımsızlığı olmadığı için suskun kaldığına inanıp acıdığımız yargı kirlenmiş, çıkar ilişkileri içinde onurunu satan basın kirlenmiş, çirkin örgütlenmelere giren siyaset kirlenmiş. Ne muhalefete kaldı inancımız, ne de iktidara. Bu nasıl bir kirlenmedir ki üstümüze sıçradı, pis kokudan başımız dönüyor. Halimiz harap; kara kışta çıplak, çöl sıcağında susuz kaldık, eyvah!..

İnanç söylemiyle gelip inancımızı yıkanlar, bu memleketten nasıl yıkanıp arındırılacaklar bilemedim.

Şimdi kaybolan güvenin peşine mi düşmeli yoksa aklın en sevdiği bilgi ile olayların üstüne mi yürümeli? Öyle ya güven yüreğin sığınağıdır, bilgi aklın.

Evet evet, duygusallığı bir kenara almak lazım. Duygularımıza tecavüz edenlerden, duygularımız adına intikam almak için bilgiye sarılmalı, aklımıza güvenmeliyiz. Duygu toplumu olmamızdan kaynaklı vuruluyor güvenlerimiz, inançlarımız. Bir daha bir daha vurulmaması için aklımızla yol almalı, akıl çağında, bilgiyi kuşanmalı ve kirli savaşı biz kazanmalıyız.

Topla kendini Türkiye!

PAYLAŞMAK İSTERSENİZ