Biz senin gülümsemeni ve utangaçlığını istiyoruz, bunları bize kim verebilir?

Şimdi bu ıssız güneş ülkesinde, söğüt ağacının gölgesinde, böğrümde senin böğründeki bıçak, debelenip duruyorum işte. Alnımda sakıncalı haritalar dolaştırıyorum. Seni bir kez daha kalbime gömüyorum. “Çağrı“ na yanıt veren hiç kimse olmasa da uzat elini, diyorum. Şiirlerini göster. Ülken yanıyor. Hiçbir şey değişmedi. Ülken yanmaya devam ediyor.


Soysal Ekinci 1954 yılında Kars’ta doğdu. Ardahan Yatılı Bölge İlkokulu’nu, Kars Kazım Karabekir Öğretmen Okulu’nu ardından İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nü bitirdi. Siyasal çalışmalarından ötürü 1983-1989 yılları arasında İstanbul’da Metris ve Sağmalcılar 2. Cezaevinde tutuklu kaldı. Toplumcu-gerçekçi anlayışla yazdığı şiirleri çeşitli edebiyat dergilerinde yayımlandı. İlk şiir kitabı Biri Yitik İki Ülke’yi (1989), Çağrı (1990) ile Yıkıntılar Altında (1991) izledi. Soysal Ekinci 4 Eylül 1994’te İstanbul’da yaşamına son verdi.

Soysal Ekinci’yi ölümünün 36. yılında Haydar Oğur’un şair için hazırlanan “Bir Şair Öyküsü” adlı kitapta yer alan “Şairin Bumerangı” adlı yazısı ve İlk Kıssa adlı şiiriyle anıyoruz.

İlk Kıssa

kırkına kadar ne aşk ne ölüm umrundadır insanın
her şey hayvani bir intikam duygusuyla harcanır
düşüncenin ince denizinden güneşe serilmemiş bedenler
durmadan kendine sıcak bir yatak aranır
kırkından sonra bütün ibadetler us’lu bir dost içindir
her anı başka bir pişmanlıkla yaşanır
ki soysuzlar aklanırken kamuda soylular karalanır


HAYDAR OĞUR

Elinde gül ya da karanfille gelirdin. Paran olduğu zaman şarabı da eksik etmezdin. Kapıyı karım açardı. Onun bu dünyada sönmemiş son ay parçası olduğuna inanırdın. Üzerinde hep kot pantolonla dolaşırdın. Eprimiş deri çantanda şiir müsveddeleri, yarılanmış kitapçıklar ve bilgisayar disketleri olurdu.

Karım taze balık sevdiğini de nerden bilirdi. Oysa ben kokusuna bile dayanamazdım. Neyse ki kızartmasını o yapardı. Soğanı, rokayı, kıvırcık salatayı da ben hazırlardım. Sofrayı kuarar, çerağı yakar, oturup huşuyle beklerdik.

KEŞKE DİYORUM

Sen hep uzaklardan gelirdin. Allah’ım ne çok terlerdin. Hep önüne bakardın. Yemeği sanki çiğnemeden bir çırpıda yutardın. Biz hep eski zamanlara giderdik. Koğuşa ilk girişine, ilk şiirine ve ilk aşkına… Tanışmamız ilk karımın veda mektubuna denk gelmişti ya… Bize dört duvar arasında acıdan başka ne düşerdi ki! Oturup sabaha dek bir avuç gökyüzüne bakakalmıştık.

Sonra bir gün sesinin narin şiirine tanıklık etmek için geceyi sabırsızca bekliyorken Sibirya havalandırmasında herkes yerini aldı ve sen eskileri anımsatan o naif ve gür sesinle başladın mırıldanmaya. Sesin öyle güzel ve zarifti ki. Yusyumuşak bir humorun vardı. Sanki bir müzik okulundan şan dersi almış gibiydin. En çok da Eylül öncesi türküleri severdin. Dışarda da hep ünlü Erivanlı kompozitör Aram’ı dinleyecektin.

Düşünüyorum da… Çoktan dışardaydık ya, annene mantı yemeye giderkenki sevincin geliyor aklıma. Çocuklar gibi şenlenirdin. Harçlıklarımızı toplar varoşlarda bir yere el öpmeye giderdik. Bizi gözü yaşlı bir ihtiyar karşılardı. Sıcacık çaylar ikram ederdi. Ona çiçekler alırdık. Portakal ve elma götürürdük. Ölüm bu denli yakınken bize, ölümü neden hiç bilmezdik. Ah, sesli harflerle yazmadık hiçbir yere akran adlarını ya… Çıldırmamak işten değil!

Keşke diyorum, o yıldızlı güz gecesinde rıhtım caddesindeki çay bahçesinin önünden geçmeseydim. Ve sen beni oturduğun yerden görmeseydin, fırlayıp kucaklaşmasaydık, birlikte her şeyi unutup –yanındaki arkadaşı bile- çıkıp gitmeseydik, gece boyu içerileri dışarıları ve hayatı konuşmasaydık, karım bizi çocuklar gibi azarlayıp kahvaltılar hazırlamasaydı, birbirimizi hiç mi hiç görmeseydik… olmaz mıydı, olamaz mıydı ha?

KURUMUŞ BİR DAL GİBİ KALAKALDIK.

Karım dedim de… Bazen seninle ilgili saf saf sorular sorardı. Konuşurken insanların yüzüne neden bakmadığını, neden hep sustuğunu ve neden bu denli alçakgönüllü olduğunu merak ederdi. Ben de bilenin ya da öngörenin acıyla yaşamayı ilke edindiğini, gün günden biriktirdiğini ve sabırla taşacağı günü beklediğini söylerdim. Ama bunu söylerken bir müntehir profili çizdiğimi asla bilmezdim.

Halbuki çok sonraları İsa’nın insanlara İncil’i müjdelemesi gibi biz de oğlumuzun doğacağını sana müjdeleyecektik ki telefonun öbür ucunda senin ölüm haberini aldık. Karım ve ben o yeşil paprikalar ülkesinde kurumuş bir dal gibi kalakaldık.

Labirente, karanlığa, ıssızlığa ve bilinmezliğe adını veren bir eylül günü içindeki şiddeti kendine yönelterek verili olan her şeye tükürüp bir özgürlük denemesi için “binlerce insanı acı içinde bırakıp „ gittin. Geride “beni affedin„   diyen çığlığın sağır kulaklarda hâlâ yankısını arayıp duruyor. Suçlu kim? Hatalı olan ne? Bütün bu soruların bir anlamı olduğu muhakkak. Ama yer yer önemsiz olduğu da bir gerçek! Biz senin gülümsemeni, ömrünü ve utangaçlığını istiyoruz. Bunları bize kim verebilir ki?

Bir gün oğlum büyüdüğünde, masal dinler hale geldiğinde ona seni anlatacağım. Söz! Diyeceğim ki: “ Bak oğlum, bu hayalet şehirde zamanların birinde sezgi dolu bir şair yaşarmış. Ömrünü üç şeye adarmış: ‘Kardeşlik, özgürlük, eşitlik!‚ Şair bu uğurda ağır da bedeller ödermiş. İşkenceler görmüş, açlık çekermiş, hapislerde yatarmış. Ama her defasında sözünü sakınmaz söylermiş. Kelam onun için âdeta namusmuş. Şair öyle hassas öyle hassas öyle hassasmış ki. Bir gün bu binbir yüzlü şehirde bir kadına rastlamış. Kadın ona, o da kadına vurulmuş. İkisi de alageyik gibi uzun zaman yer yurt demeden doyasıya sevmişler. Ama gün gelmiş büyü bozulmuş, aşk kristali ortadan ikiye yarılıvermiş. Bu arada şairin özel dünyası da parçalanmış. İnandığı değerler bir bir dağılıvermiş. Artık yediği yemekte, içtiği suda, gezdiği şehirde kadının suretinden başka hiçbir şey göremez olmuş. O, kadını sevdikçe kadın sanki onun cehennemi olmuş. Sonra bir gün kadın, şairi tümden reddetmiş. Şair inandığı son değeri de yitirdikten sonra yaşamına kaynaklık eden hiçbir şeyin kalmadığını anlamış, boynunu önüne gelen ilk ipe geçirivermiş.„

SENİ BİR KEZ DAHA KALBİME GÖMÜYORUM

Son halin… ah son halin! Düşünüyorum da … Etrafına sanki çelikten bir kafes örmüştün. Ne içeri girmek mümkündü ne de dışarı çıkmak. Konuşmak bile zuldü artık. “Artık ya özne ya nesne ortadan kalkacak „ diyordun. Eriyordun ey ihtiyar, gün günden eriyordun. Sigarayı çoğaltmıştın. Yemeyi içmeyi unutmuştun. Tam o hassas zamanda biz çekip o uzak düş ülkesine gitmiştik.

Raşka hüzünlü bir şarkı gibi mırıldanıp akıyordu. Ve sen usul usul intiharı kuruyordun. Oysa bizi üzmeye, bu keder ırmağında boğmaya ne hakkın vardı ey yoksul şair? Şimdi bu ıssız güneş ülkesinde, söğüt ağacının gölgesinde, böğrümde senin böğründeki bıçak, debelenip duruyorum işte. Alnımda sakıncalı haritalar dolaştırıyorum. Seni bir kez daha kalbime gömüyorum. “Çağrı“ na yanıt veren hiç kimse olmasa da uzat elini, diyorum. Şiirlerini göster. Ülken yanıyor. Hiçbir şey değişmedi. Ülken yanmaya devam ediyor.