Biz, bizi nerede kaybettik?

Sürekli siyasetten zerre anlamadığımı söylerim. Oysa anlamadığım şey bir ülkenin gelişimi için atılacak adımlar, verimlilik, gelir dağılımı eşitliği, hak hukuk alanında yapılacak çalışmalar değil; tam tersine bu kavramlar için çalışıyormuş gibi gözükme rezaletleri bütünüdür.

EMİNE SUPÇİN

Siyasi tarihimiz boyunca pek çok hata yapmış olabiliriz ama biri var ki sonuçları bakımından bana sık sık az bile dedirtiyor.

Bakın en saf tarafından bir anı paylaşacağım.

Yıl 1986. Urfa’nın Hilvan ilçesinin Kırbaşı köyüne atandım. O yıl benimle birlikte pek çok hanımın da onca uzak köylere öğretmen olarak ilk atamaları gerçekleşmişti.

Atandığım köyde ağanın eviyle birlikte toplam beş hane vardı. Okul mevcudu on dört çocuktan ibaretti. Çevredeki yakın mezralardan gelenlerle birlikte üstelik.

Kısa kısa yazacağım.

Mart ayında göreve başladım. Çocukların bilgi düzeyini bırak, okuma yazmada bile çok eksikleri vardı. Saat üç olan paydos zilini saat beşe çıkardım. Deli gibi ders çalışıyorduk. Deli gibi de seviyorduk birbirimizi. Sobamızı onların getirdiği tezekle yakıyor, okulumuzu kendi ellerimizle temizliyorduk. Ağaçlar diktik okul çevresine. Hakikaten o Türkan Şoray’ın kırlarda öğretmenlik yaptığı ütopik bir dünya yaratmıştık kendimize.

Köylüyle olan ilişkim de güzeldi. Nasıl ki ben tecrübesiz bir öğretmensem, onlar da öğretmen konusunda tecrübesizdiler. İlk kez bir öğretmen atanmıştı köylerine. Öncesinde vekil öğretmenlerle idare edilmiş ve geneli izinli raporlu geçirmiş görev süresini. Köyde Türkçe bilen sadece ağa ve karısıydı. Yani gerisi maraba kısmıydı ve ne evveli vardı hayatlarının ne de ezeli. Koşum atları, çift öküzleri yerineydiler, ağanın tarlalarını süren. (Bak burada gözyaşlarımı tutamıyorum. O güleç yüzlü kadınlar, o ekmek pişiren analar hepsi ama hepsi tutsaktı ve bunun adı maraba olmaktı.)

Ha ben bugünkü bakış açım ve zihniyetimle orada değildim. Sadece mesleğini seven, geri kalan hiçbir konuda neredeyse hiçbir fikri olmayan bir zavallıydım aslında. Onların kendilerine ait topraklarının olmadığını bile bilmiyordum. Varın cehaletimi siz hesaplayın…

Köyde doğum olunca mutlaka beni de çağırıyorlar ve yeni doğana benim ad vermemi istiyorlardı. Bir Gülhan’ım, bir de Kemal’im oldu mesela.

Nisan başında veliler mızıldanmaya başladı. Çocuklar eve çok geç geliyorlardı oysa otlatılacak hayvanlar onları bekliyordu. Saatleri normale çektik elbette. (Tabii ki bu kendi kafama göre saatleri ileri geri çekmelerimin suç olduğunu bile bilmiyordum. Başka bir yerde olsa gider milli eğitime şikayet ederler. Oysa onlar gelip insanca ricada bulundular.)

Bir 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlaması düzenledik çocuklarımla ki tüm veliler izlemeye geldi. Bu onların ilk kez bir milli bayrama gelişleriydi. Daha önce hiçbir bayram kutlanmamış, hiçbir çocuk bir şiirin ilk dörtlüğünü bile ezberlememişti. Elbette tören okulumuzun önündeki Atatürk büstü önünde açıldı ve elbette saygı duruşu ve peşi sıra İstiklal Marşı okundu. Fakat saygı duruşu sırasında okul duvarında oturan seyircilerimizde hiçbir kıpırdanma olmayınca anladım ki bilmiyorlar. Hemen saygı duruşunu yarıda kesip velilere dönerek;  “Saygı duruşu bu memleketi kurtaran aziz şehitlerimiz ve Mustafa Kemal Atatürk’edir. Onların aziz ruhları için saygı duruşuna geçtiğimizde ayakta ve kıpırtısız dururuz. İstiklal Marşımıza da aynı duruşla eşlik ederseniz çocuklarımız daha bir coşkuyla okurlar. Şimdi yeniden,” deyip tekrar saygı duruşu komutunu başlattım.

Evet ayağa kalkılacağını bilmedikleri için oturuyorlardı. Ben konuştuktan sonra herkes ayağa kalktı ve mis gibi tören girişimizi yaptık. Kutlama sonrasında annelerin getirdiği bazlamaları da afiyetle yalayıp yuttuk.  

Her ay maaşımızı almak için ilçeye gidiyorduk. Benim gibi çevre köylere atanan hanım arkadaşlarla ilçede denk gelince bir yerlerde oturur, sohbet ederdik.

Atandığımız günden beri sürekli şikayet eden ve köyden şehre atanmanın yolunu arayan şehirli bir kızımız vardı. Sarıya boyalı saçları, mavi farla belirginleştirdiği maviş gözlerini patlata patlata “Gitmem lazım bu köyden,” der dururdu. Mayıs başı, maaş almak için yine ilçede toplanmıştık. Bizim çakma sarışın bir felaketten söz ediyordu. “Ne oldu, nedir?” derken açıkladı mevzuyu.

“Var ya ayağa kalkmadılar,” dedi. “İstiklal Marşımızı hepsi oturdukları yerden dinlediler. Hiç biri ayağa kalkmadı.”

Aynı törenden söz ediyordu. Onun köyündeki cahil bırakılanlar da sırf bilmedikleri için oturarak dinlemişler marşı.

“Arkadaşım, aynı şey benim de başıma geldi. İnan bilmiyorlar ayağa kalkacaklarını,” demeye çalışıyordum ki bizimkinin maviş gözleri gece karanlığına büründü. Ve sanki düşmanmışım gibi “Bana ne!” diyerek haykırmaya başladı. “Bilselermiş! Eşşek kadar olmuş adamlar ayağa kalkacaklarını bilmiyorlarsa bedelini öderler.”

Bedel?..

Masada oturan muzip bir öğretmen arkadaşımız muhtemelen ortamı yumuşatmak için, “Ne o? Sıra dayağına mı çektin yoksa hepsini?” dedi.

“Hayır,” diye karşılık verdi bizim sarı şirret. “Hem Milli Eğitim Müdürlüğüne hem de tugay komutanlığına şikayet ettim. Can güvenliğimin olmadığını da ekledim. Bugün yarın şehre atanacağım.”

Hah dedim içimden. Bütün mesele buydu zaten…

Ertesi ay maaş almaya gittiğimizde artık o hanım yoktu. Şehre atanmış ve ayrıldığı köyün başına gelmedik kalmamış…

“Köyün başına gelmedik kalmamış.”

“Köyün başına gelmedik kalmamış.”

“Köyün başına gelmedik kalmamış.”

İçeriği zulüm, işkence, hakaret ve şiddet kokan bir cümleydi bu. Ama önemli değildi. Kızımız şehre atanmıştı ya, kurtulmuştu ya köyden, ondan sonrası tufan…

Şimdi kendinizi o masum köylülerin yerine koyun. Daha önce hiç şahidi olmadığınız bir usul bilmezlik yüzünden yediğiniz sopanın, işittiğiniz hakaretin haddi hesabı olmasın. Bir daha ne o marşa ne de o ülkeye saygı duyabilir misiniz? Üstelik bu ülke kendinizin bile olsa… 

İşte biz bizi, kendi kendimize zulmederken kaybettik… Birbirimizi bırak anlamaya çalışmayı, dinleme gereği bile hissetmediğimiz o yıllarda yitirdik çözümlerimizi…

Demem o ki Cumhuriyet sonrası toprak reformu yapılamamış, halkına aş ekmek kazanma şansı verilmemiş, okutulmamış öğretilmemiş üstelik nüfusu kontrol edilmemiş, açgözlü ağaların esiri olarak bırakılmış insanların yaşadığı bölgelerde ortaya çıkan bütün dertler az bile bu ülkeye!

Ta 1453’te Ortaçağı kapatmış Fatih’in torunusun ve kendi topraklarında yaşanan Ortaçağ zihniyetine milenyumda bile çare bulamıyorsun!

Bizler o yörelere karşı neden o denli cahil gönderilmiştik? Onlar neden köleydiler? Ve kölelerden neden hürmüşçesine beklentileri vardı bu memleketin?

Hani yaraya ilkin pansuman edilir, ardı sıra iyileştiren merhemler sürülür ya, sanırım biz o yara faslını çok gerilerde bıraktık. Şu gün tekrar birlikte aynı masaya karşılıklı oturabilmeye, yüzümüz var mı, şüpheli artık.

Şimdi, şu dakika gözümün önünden terörle mücadele esnasında şehit düşmüş gencecik bedenlerin siluetleri; ne elinde ne evinde silah bulunmadığı halde gece yarısı lojmanında öldürülen meslektaşlarımın idealleri geçerken sakın ola, terörü onayladığım gibi saçma sapan bir yorum çıkarmayın bu yazıdan. Bu yazının aslı kahır, özü yastan ibaret. Kaybedilmiş kardeşlikler ağıdı bu… Yazık…