Bir tip-2, şeker hastasının mutluluğu

Bütün amacım; vücudumun beynime gösterdiği bir tepki olarak algıladığım şeker belasından hepten kurtulmaktı. Kabullenip oturmak istemiyor, bir an önce normalim olan; sütlü tatlılara kavuşabilmek istiyordum. Gece uyandığımda delirmişçesine arzu ettiğim çikolatalardan bir ikisini mideye indirip geri mışıl mışıl uyumaya gitmeyi hedefliyordum

 

 

EMİNE SUPÇİN

“Bugün insülininizi olmadınız mı?”

“Ne? Ne insülini? O ne?”

“Şekeriniz tavan yapmış.”

“…”

“Ha… Şeker hastası olduğunuzu bilmiyor muydunuz?”

2021 yılı Ağustos ayında, tamamen başka bir nedenle gittiğim hastanede, acil doktoru ile aramızda geçen diyalog böyleydi.

O günden sonra o doktor senin, bu uzman benim şekerle mücadele başladı. Kime gittiysem önce kan tahlili yapıyor, ardından yenmeyecekler listesi veriyor, iki hap yazıyor yolluyor ve iki ay sonra bir daha gel diyordu.

Şeker okurlarım bilir, doğuştan değil de; sonradan strese, beslenmeye veya genetiğe dayalı oluşan şeker hastalıklarına tip-2 deniyor.

Tanı konduktan sonra şekerle mücadele bende takıntı haline geldi. Bir türlü kabullenemiyor, derhal ondan tamamen kurtulmanın yollarını arıyordum. Hatt-ı müdafaa yoktur, sath-ı müdafaa vardır. O satıh bütün vücuttur!” diyen bir yaklaşımla, tüm yeme alışkanlıklarımı değiştirdim.

Sıfır şeker alımı. Tam buğday ekmeği ve en fazla bir dilim. Ekmeğe bandırmak yok, kaşık ya da çatal mecburi. Az ye, asla doyma! Yürü! Ekmeğinin peşinde koşan sokak köpekleri gibi yürü. Olmadı biraz daha yürü. Sadece yeşil elma ye. Diğer meyvelere bay bay… Dostlarla içilen iki kadehe hoşça kal…

Manav dükkanlarının önünden geçerken yüzüme gülümseyen şeftalilerle, sarı sarı kavunlarla, sulu sulu köy armutlarıyla, altın gibi parlayan üzümlerle vedalaştım. Fırından taze çıkmış bütün ekmeği yarıp bir kıyısından bıraktığın tereyağı topağının hızla eriyerek öteki başa kadar sürünüp giderken damakta bıraktığı hazları hayal etmekten bile kaçtım.

Ful diyet, tam perhiz, hep açlık derken bir buçuk ayda 10 kilo verdim ve hem psikolojik olarak hem de bedenen çökme emareleri göstermeye başladım. Fakat şeker 150-200 aralığına indi.

Bütün amacım; vücudumun beynime gösterdiği bir tepki olarak algıladığım şeker belasından hepten kurtulmaktı. Kabullenip oturmak istemiyor, bir an önce normalim olan; sütlü tatlılara kavuşabilmek istiyordum. Gece uyandığımda delirmişçesine arzu ettiğim çikolatalardan bir ikisini mideye indirip geri mışıl mışıl uyumaya gitmeyi hedefliyordum. Sahi söylemeyi unutmamalıyım, artık rüyalarında kek filan görmeye başlamıştım. Çünkü bırak bir dilimi, ucundan bile ağzıma sokmuyordum.

Ani tatlı isteğimi törpülemek için yerine sarı leblebi koydum. Deli gibi koşturduğum gün içerisinde içtiğim enerji içecekleri yerine soda geldi. Sabah gözlerimi açan sütlü kahvenin yerini kusmuk kılıklı yeşil çay aldı.

Ama…

Mutsuzdum… Kendi kendime,  “Lan! Şu hayatta kaç tane zevk var ki zaten! Ve ben hepsinden uzağım! Bu haksızlık!” diyen çizgi film karakteri Calimero kadar kızgın, öfkeli ve bedbahttım. 

Biri dese ki bilmem şu dağın tepesinde otlardan ilaç yapan biri varmış, anında kendimi oraya ışınlayacaktım.

Sonra bir gün…

Bizim köyde yıllardır insülin kullanan biriyle annem konuşmuş. Adam şekerin çaresi bulundu ben tedavi oldum demiş.

Neeeeee? Aman Tanrım! Kimmiş o? Hüseyin abiymiş.

Aradım. “Abem, biz üç arkadaş Mersin’e gittik. Orada bir doktor va, gurtardı ya bizi. Hanı bizim sac ekmekleri va ya, ben şimdi sabah gavaltımı onlarınan bekmezinen ediyon,” demesin mi?

Neee? Bir daha, aman Tanrım! Kim abicim, o kim? Hangi doktor? Nerede? Otçu çöpçü mü? Tıpçı mı? Kim o kim?

Mersin Akademi Hastanesinde çalışan İç Hastalıkları Uzmanı Mehmet Uçmak.

Derhal randevu almak için telefona sarıldım. Randevu ile çalışmıyormuş. Sabah 07.30’da orada olmak yeterliymiş. 24 saat öncesinden aldığın ilaçları bırakman, 9 saat öncesinden yeme içmeyi kesip hastanede olman yeterliymiş.

Tek soru kalıyor? Mersin’e nasıl gidiyoruz abicim?

Ve bir pazartesi sabahı saat 07.00’de hastane girişinde kimliğimi verip çağrılmayı bekler buluyorum kendimi. Türkiye’nin her yerinden gelenlerle dolu hastane. İstanbul, Ankara, Çankırı, Balıkesir, Urfa… Duyan gelmiş… Dokuz tüp kan alındı. Her bi’ naneye bakıldı muhakkak. “Şimdi gidin, güzelce karnınızı doyurun öğleden sonra tekrar gelin,” dediler. (Biri güzelce karnını doyur mu dedi? Kafeterya nerede? Bal var mı, bal? Hani ekmeğe süreceğim de? Ya krem peynir? Poğaça filan?) 🙂

Hastane kapısında

Hasılı kelam ben şekeri bitirdim. Doktorumuz ilacımı değiştirdi. Hatta “Size şeker hastası bile denemez. Sizde asıl ani şeker düşmeleri var,” dedi. Ona rüyalarımdan söz ettim, hani kek görmelerden filan. “E, ye,” dedi.

Yuppppiiiii! İçimden dans ediyor, havalara sıçrayıp ayaklarımı çırpıyordum. Benimki basit düzeydeki şekerdi ve ben zaten bir yıldır vücudumun yükünü hafifletmiştim. Asıl önemli olan insülin kullananlar.

Gitmeden doktorumuzun bir röportajını okumuştum. Diyordu ki; “Bu ülke insülini dışarıdan alıyor ve en az %90 tip-2 hastasına boşuna insülin yükleniyor. Yazık değil mi bu ülkenin ekonomisine?”

Doktor Mehmet Uçmak asıl insülin kullanan hastalara insülini bıraktırıp hapa geçirmesiyle ve yeme içmelerini düzenlemesiyle ünlü. Canının istediğini yiyorsun ama “vur deyince öldürmeden.” 🙂

Şimdi… Mutluyum. En azından, zevklerden biri geri geldi. Ohhh…

Teşekkürler Sayın Mehmet Uçmak.

 

Dipnotum: Gerçekten şeker düzene girdi. Açlık 85-95 arası Tokluk 120’yi hiç aşmıyor. Ben iyiyim. Umarım herkes iyi olur…

 

Mersin sahilinden

 

paylaşmanız için