Bir Narsistin Tahlili: Mehmet Ali Ağca

Bir insanın bu kadar çılgınca hayallerle hem Tanrı imgesine karşı içinde beliren düşmanlığını bastırabilmesi ve hem de narsisizmini, dış dünyanın her türlü dayatmasına karşın bu denli korumakla yetinmeyip daha da beslemesi için gerekli enerjiyi nereden bulduğu sorusu önemlidir.

KAAN POLATLAR

Mehmet Ali Ağca’nın ruhsal serüveni, istihbarat örgütlerinin kanlı hesaplarını ve kirli bağlantılarını bir tarafa bırakacak olursak, son derece çocuksu bir seyir izler. Bu, bilinçli olarak kurgulanabilecek bir imaj değildir. Çünkü bazı hususlar, masumiyetini olmasa bile samimiyetini kanıtlamak için bilinçli olarak ön plana çıkarılabilirler; ama yine de ortaya çıkan tablo, ancak “çocuksu” diyebileceğimiz kimi nitelikler sergilemekten öteye gitmez. Bunca yıldır kamuoyunda tanınmasını sağlayan tek marifetinin suikast tertiplemek olduğu göz önüne alınırsa, gerçekte bu tip bir kişiliğin yetişkinlerinkinden ziyade, çocuksu ya da arkaik bir dünyaya ait olması son derece akla yatkındır. O, bütün eski destanlarda ve masallarda olduğu gibi kendince kötücül bir figürü (masal ve destanlarda bu figür devdir) öldürerek kimliğini kanıtlamak istemiştir. Çocuksuluk tam da bu noktada başlar ve tıpkı küçük çocuklarda olduğu gibi, yaptığı işin vicdani sorumluluğunu muhasebe ettiğine ilişkin hiçbir inandırıcı ifade beyan edemez.

C. G. Jung’un da belirttiği gibi çağdaş insan bilinci arkaik pek çok öğe barındıran evrimsel bir katmanlaşmayı bünyesinde taşır. [1]Bu da insanın arkaik fikir ve ideallerden tamamen kopmadığı anlamına gelir. Öyle görünüyor ki modern insan, en çok çocukluk döneminde ve psikolojik sorunlar yaşadığı yetişkinlik evresinde, her türlü rasyonel düşüncelerden sıyrılıp arkaik kodlara geri dönebilmektedir. İnsanın tuhaf trajedisi ortadayken; rasyonellikten, mantıklı olmaktan, yasa ve hukuktan sıklıkla bahsettiğimiz bir çağda, akıldışı her olgunun gerisindeki mekanizmayı açıklamaya talip kuramcılar, psikolojiye ilişkin kavramlar yaratırken, gerçekte kendilerine en çok yarayan malzemenin mitoloji dünyasından fışkıran hikâyeler olduğunu, ziyadesiyle fark etmişlerdir. Jung’un kuramının başköşesine oturan arketiplerin ya da arkaik kodların tümü, insanlığın arkaik çağlarından kalma öykülerde ifadelerini bulmuştur. O halde şu soruyu rahatlıkla sorabiliriz: Bu gerçeği vurgulayarak Tanrılara yaraşır sıra dışılıkları anlatan mitosların, sıradan insanın aptallıklarına ışık tutacağını mı söylemiş olurlar? Psikologların asıl niyeti bu olmasa bile söyledikleri tam da bu kapıya çıkar. Modern psikolojinin kurucusu olan teorisyenler gerçekten, bir bakıma modern mit yorumculuğu görevini ifa etmişlerdir. Bu nedenle ben de psikolojik bir tahlil yapacaksam, bu yöntemi kullanacağımı baştan söylemeliyim.

Ölümsüzlüğü aramak

M. Ali Ağca ideolojik yargılarla, imgeleminde bütün kötülüklerin odağı haline dönüştürdüğü hayali düşmanı Abdi İpekçi’yi öldürmeyi kafasına koyar. “Dev” metaforu gerçekten de Abdi İpekçi ile fevkalade örtüşür. Çünkü İpekçi, o yıllarda mesleğinin duayeni bir gazetecidir ve herkes tarafından takdir edilmektedir. Kısacası o sıralar gazeteciliğin ve dolayısıyla fikir hayatımızın “dev” isimlerinden biridir.

M. Ali Ağca, kendisine sorulan sayısız sorular ve röportajlar sırasında hiçbir zaman Abdi İpekçi cinayetine ilişkin tatmin edici bir yanıt verememiştir. Muhtemelen Ağca, Abdi İpekçi’yi yazılarından takip eden ve düşüncelerini iyi bilen biri değildi. Daha ziyade içinde bulunduğu grubun şeflerinin söylediklerinden tanıyordu onu. Dönemin havasına uygun olarak düşman kampta yer aldığına hükmedilmiş biriydi. Dolayısıyla Abdi İpekçi meselesi bu hikâyede tesadüfî bir rol oynar. Yani yazdıkları ve fikirlerinden dolayı değil, tıpkı Gılgamış destanındaki Humbaba adındaki devin hedef seçilmesi gibi, sırf şöhreti ve kötücüllüğüne ilişkin kendisine telkin edilen kanaatler yüzünden onu hedef seçer. Ortada can sıkıcı bir tesadüfîlik vardır. Ama bu tesadüfîlik üzerinde biraz durmalıyız. Çünkü iptidai kabileleri incelemiş pek çok araştırmacının da saptadığı gibi ilkel insan düşüncesinde tesadüfî diye bir kavram yoktur. Bizim tesadüf dediğimiz olgu, onlara göre kaderin tecellisinden başka bir şey değildir. Ama ilkel insan, bu kader metnini bizzat kendi görüp okuyamadığı için onun en büyük marifeti, kendisine ifşa edilen işaretleri saptayıp bulmaktır. M. Ali Ağca da bu işaretleri şöyle okumuştur:

“İlk kez olmamakla birlikte 1978 yazında gayet yoğun olarak kendi kendime soruyorum: Ben kimim? Ben sadece Mehmet Ali Ağca mıyım? Sadece bir insan mıyım? (…)

Aklımdaki sorulara paralel olarak, arkadaşlarım bana imparator demeye başlıyorlar. Belki bu basit bir tesadüftür. Çünkü arkadaşlarımızın çoğunun tilki, kurt, kaplan gibi lakapları vardı. Ben gülüp geçiyordum. Muhteşem lakaplarla mükâfatlandırılmaya ihtiyacım yoktu ama kafamda da imparator kelimesini ölümsüzlük kelimesi ile bağdaştırıyordum.”[2]

M. Ali Ağca da gerçek ölümsüzlüğü arayanların sonunda varıp varabileceği rasyonel bir noktaya kadar mantık silsilesini takip eder ve ölümsüzlüğün, dünyada nam bırakmaktan başka bir anlamı olmadığına karar verir. İnsan uygarlığının arkaik devirlerinden kalan destan metinlerinde bunun yöntemi son derece basittir. Gılgamış bile ölümsüzlük otunu yılana kaptırıp, kralı olduğu Uruk kentine eli boş döndüğünde, ölümsüzlüğe ulaşmış tek insan olan Utanapiştim’in adasına kendisini götüren kayıkçı Urşanabi’ye, Uruk’un devasa surlarını göstererek ancak ölümsüzlüğe böyle bir eserle ulaşabileceğini anladığını ima eder. Tabii ki az eğitimli ve çokça sabırsız biri için bu tür idealler fazlasıyla külfetlidir.

Fakir bir ailenin yetim çocuğu

Ağca bu tür işaretleri okuyadursun, rasyonel bir bakış açısıyla olayların sebep-sonuç bağlantıları arasındaki ilişkiyi açığa çıkarmaya çalışan merhum Uğur Mumcu da onun cinayetlerinin ardındaki karanlık güç odaklarının ve asıl niyetlerin peşine düşer. Fakat bu hususta yazılanlar, bizim metnimizin kapsamını hayli aşacağından konumuzun dışındadır. Muhtemelen Ağca, bu senaryoda kendi dışındaki muazzam kadroyu göremeyecek kadar kendi hisleri ve dünyasına hapsolmuş biriydi. Papaya yaptığı meşhur saldırıdan bir gece önce kendisiyle şu şekilde cebelleşiyordu:

“Saldırıyı gerçekleştirmelisin, bunu kesinlikle yapmalısın. İntihar etmemelisin. Eğer şimdi denize atlarsan (bulunduğum yer denizden yüz metre yükseklikteydi), yarın cesedini bulacaklar ve üç gün sonra seni kimse hatırlamayacak, (…) ama saldırıyı gerçekleştirirsen tarihe geçeceksin!

(…) Sabit bir fikir beni rahatsız ediyordu: Dünya bensiz var olabilir mi? Dünya tarihi bensiz devam edebilir mi? Ölümden korkmuyorum, bensiz bir dünyanın var olabileceğinden korkuyorum.”[3]

Daha küçük bir çocukken bile kendi kendisiyle konuştuğu anlarda “Batı’ya gideceğim ve orada kendimi ispatlayacağım”[4] diyen bu kişi, her anlamda hayatın sillesini yemiş yetim bir işçi çocuğu olarak, yitireceği son değerli serveti olan narsisizmine sıra gelince bir türlü buna yanaşmıyordu.

Mutluluk vaat eden bir mekânın simgeselliği önemlidir. Daha sonra tahlil edileceği gibi Batı, Ağca’nın muhayyilesinde, Mesihlik iddiasının Hıristiyan mitleriyle bağlantısı yüzünden anayurt gibi bir yerdir. Oraya gitmekten başka huzurunu tesis edecek başka bir seçeneği yokmuş gibi hisseder. Fakir bir ailenin yetim çocuğu olarak Batı; refahın, rahatlığın ve konforun yurdudur. 80’li yıllardan öncesine tanık olan bütün kuşaklar bu imajı çok net hatırlarlar. Bu imaja koşan gurbetçiler için Batı’nın yasak elması Hıristiyanlıktı: daha doğrusu bize benzemeyen, tam olarak anlayamadığımız kültürleriydi. Refahından pay alınmalı ama kültürlerinden uzak durulmalıydı. Ağca da bu paradoksu kendince aşmaya çalıştı, ama tam tersi olarak… Batı’nın refahı yerine, Katolik bir papazın hayat biçimine talip oldu.

Kutsal Kitapların Âdem ve Havva’sı cinselliği keşfettikleri anda mutluluk dolu yurtlarından kapı dışarı edilmişlerdir. Öyleyse bu bahçeye geri dönüşün tek bir yolu vardır ve o da cinsel içgüdünün tasallutundan kurtulmaktan geçer. M. Ali Ağca da bu yolu seçmiştir. Genç ve sağlıklı bir insan, cinsel içgüdünün tasallutundan kurtulmak için bütün arzularını bastırmak zorundadır. M. Ali Ağca da cinselliği kaba bir özdeşleştirmeye vardırarak “pornografi” olarak görmüş ve onunla mücadeleyi kendine görev edinmiştir. Bastırmaya maruz kalan duyguların kendini ele veriş biçimlerindeki en temel duygulanım, yoğun bir tiksinti ve nefrettir. Bu yoğun ve düşmansı duygular, gömülü olduğu mezarından çıkmaya çalışan şeytana karşı uyaran görevi gördüğü için en az içgüdünün sahip olduğu enerji kadarını taşımak zorundadır ve hiç kuşkusuz içgüdünün bilince yönelik baskısı arttıkça bu usdışı nefret ve tiksinti de artacaktır. Bu yoğun ve usdışı nefret sadece bir belirtidir ve bastırmanın asıl işleyiş mekanizmasını bize vermez. Mekanizmanın özü bir yer değiştirmeden başka bir şey değildir. Yer değiştirmenin ne şekilde işlediğini öğrenmek için yine Ağca’nın anılarına döneceğiz.

Serçe ile oynamak

Kendi deyimiyle ilk ve son platonik aşkı ile dakikalarca bakıştığı okul sıralarında bile bu şansı kendisine tanıyan rejime ideolojik bir düşmanlık duymuştur. Cinselliğe ilişkin mücadelesi, onun deyimiyle “laik rejime” yönelik mücadeleyle yer değiştirmiştir. Böylece bütün cins-i latifleri “kız kardeşi” olarak görmeye hazırdır ama içinde kimi zaman depreşen cinsel ayartılmalara karşı bu “kız kardeşlerine” sergileyebileceği kızgınlık, nefret ve tiksintiyi, laik rejime karşı da hissetmeyi sürdürecektir. Bir gencin kendi cinsel dürtüleriyle mücadelesi, daha doğrusu onu tümden yok saymaya yönelik aşırılığı, pek fazla taraftar ve takdir toplayacak bir husus değildir. Ama cinsel uyaranlara serbestlik tanıyan “laik rejim” söz konusu olunca, ona muhalefet için sırtını sıvazlayacak hazır bir güruh bulmak elbette çok kolaydır. Her narsistin, başkaları tarafından deli olarak addedilmemesi için toplumsal bir onaya ihtiyacı vardır. Ağca da bunun peşindedir. Şöyle bir anısı ve peşi sıra gelen hükmü vardır Ağca’nın:

“Her sınıfta 30’dan fazla kız ve 5-8 erkek vardı ve bazen erkeklerle kızlar arasında bir sempati veya aşk doğuyordu. Tabii ki bu yanlıştır, hem okulda hem işte kadının erkekle beraber olması kabul edilemez.”[5] Çünkü bütün bunların sebebi laikliktir ve ona göre “dinsizlik ve laiklik, insan kalbini ve aklını çöle dönüştürür.”[6]

Fakat ilginçtir, Ağca’nın kabul edemediği olgu cinsellik bile değil, “sempati veya aşk”ın kendisiydi. Sonu cinselliğe varacak her türlü fenomenin cinsellik tarafından ne şekilde yutulduğuna tipik bir örnektir bu. Saplantı, tıpkı uzaydaki bir kara delik gibi çağrışım, mecaz ve gerçek doğası yönünden bağımlı kavramları, en yakınındakinden en uzağa doğru hızla içine çekerek yasaklı (tabu) haline getirir.

Sözünü ettiği bu kızdan dolayı, kendi yasaklarını çiğneme pahasına içinde yeşeren platonik aşkla her yüzleştiğinde “Sanki bir ses ona sürekli, Mehmet Ali Ağca, sen diğer insanlar gibi yaşamak için doğmadın. Senin normal yaşamaya hakkın yok, diyordu.”[7]

Cinsellik gibi bir haz kaynağından kendini mahrum etmesi için daha yüce tatmin yolları bulmak, bize çok tanıdık gelen bir temadır. Çünkü tasavvufçuların nefslerini öldürme iddialarının gerisinde de bu temel mekanizma vardır. Dünya nimetlerinden ve içgüdüsel dürtülerinin doyurulma gayretlerinden vazgeçmelerinin özlü anlatımları mevcuttur: Mesele, “İki dirhem kazanmak için bir dirhemden vazgeçmek gibidir.” Veyahut da, “Ariflere ve kalb erkânına göre Hakk ile buluşmayı bırakıp cennet nimetlerinin ardına düşmek, hükümdarlık lezzetini bırakıp serçe ile oynamak isteyen çocuğun durumuna düşmek demektir, Hükümdarlık lezzetine aklı ermediği için çocuk serçeye sahip olmak ister. Ona göre serçe ile oynamak, insanlara hükmetme lezzetinden iyidir.”[8]

M. Ali Ağca bilindiği gibi daha sonra kendini Mesih ilan edecektir. Lise sıralarında, Tanrının oğlu bir küçük Tanrı (İsa) olmayı henüz kafasına koymamıştı ama güya daha büyük bir ulviyet için dünya nimetlerini elinin tersiyle itmeye çabaladığını anlamış bulunuyoruz. Çünkü gerek cinsel etkinlik sırasında gerek hayatın her türlü hazzına giden yollardaki mücadelelerde, insanın narsisizmini örseleyen büyüklü küçüklü darbeler mevcuttur. Bu darbelerin neler olabileceği hususunda Ağca’nın anılarında iyi bir örnek bulunur. Lise zamanlarındaki Ağca, günlerce bakıştıktan sonra nihayet tüm cesaretini toplayarak söz konusu kıza “Arkadaş olmak ister misin?” diye sorar. Onun ifadelerine göre bu, aylar süren ilişkilerinde sarf ettikleri ilk sözlerdir; ama etkisi beklenmedik olur: Kız ona hayretler içinde baktıktan sonra “Evet, ama bu damdan düşer gibi sorulmaz!” yanıtını verir. “Kabul” işaretine rağmen, aylarca konuşmayan bu masal perisinin ilk tersliği, ilişkinin çetrefilliği konusunda bir ipucu vermiş olacaktır ki, “mutluluk ve hüzün dolu hislerle oradan uzaklaş(ır). Bundan sonra o kız ile konuşmak için hiçbir neden ve fırsat olmaz. Zaten platonik bir aşkta fiziksel bir temas nasıl olabilir?”[9] diyerek bir hükme varır.

Kendi hakkındaki “zayıf, uzun boylu, siyah saçlı, birçok genç kızın hayranlıkla baktığı bir genç olduğu” şeklindeki yargısı onaylandıktan sonra bu ilk terslenme ve hemen peşi sıra geleceğini tahmin ettiği “fiziksel temas”tan kaçabilmek için kızı terk eder. Kızın bir insan ve kendi isteklerini ilişkiye yansıtabilecek bir güç olarak ortaya çıkması, platonik masal perisi olan öbür varlığını tamamen ortadan kaldırabileceği için kendi narsisizminin imgelerine uyumlu olmaktan çıkmıştır. Psikopatolojik vakalarda anahtar kavram belki de budur. Fakir, yetim, maddi olanaksızlıklar içinde kıvranan ve kızların ruh dünyasını anlamada tamamen deneyimsiz ve yetersiz bir delikanlının ileride kendisine narsistik doyumlar sağlayacak güzel bir ilişki tesis etmesi çok zordur. Başka bir ifadeyle, kendisini gerçeklerle yüzleşmeye zorlayan birçok istekle muhatap olmaktansa, beğenisini kazandığını kendince tescil ettiği bir anda daha fazla yol almanın tehlikesini anladığı için, platonik masal perisini sonsuza kadar anılarında yaşatmak ve onla ancak hayali konuşmalar yapmak daha iyidir!

Daha öldüğü gün unutulmaya mahkûm bir insan olmamak için

Masal perileri, gerçek insanlar gibi incitmeyecekleri ve kendilerini terk etmeyeceklerine göre yerlerinde kalmalıydı ama bu hayale uygun olarak maddi dünya da bütün gerçekliğini yitirip tanrısal bir mekânla, bir cennet bahçesiyle yer değiştirmeliydi. Oysa insan, ilk cinsel deneyimle bütün büyüyü bozup gerçek dünyanın hazlarını tanıyabilir ve bu hazlara ulaşmak için girişilecek mücadelenin keşmekeşinde kendini bulabilir.

Zorunluluklar başka, bunu yapıp kotarabilecek güce sahip olmak başka şeylerdir. Çocuk, dış dünyayla mücadele edecek psikolojik ve sosyal becerileri ailede öğrenir. Baba, bu acımasız ve zalim dünyada gücü temsil eden en önemli figürdür. O bir kahraman olmalıdır. Çünkü bu dünyanın türlü engellerinde çocuğunun yolunu açan güçlü bir hami durumundadır. Oysa Ağca’nın babasıyla ilgili naklettiği tek anısı, çalışmak için geldiği Zonguldak’taki bir maden ocağındaki göçükte ağır yaralanması ve kaldırıldığı hastanede birkaç gün içinde ölmesidir. Daha hüzünlü bir ayrıntı ise cenazesinde hiç kimsenin olmamasıdır. “Cenazede ne Müslüman dini görevli, ne de çiçek vardı” der. Babasının naaşı, “Bir belediye görevlisi tarafından en fakirlerin gömüldüğü bir mezara defnedil(miştir).” Tanık olduğu bu gerçekliğe rağmen babası gözünde hâlâ bir kahramandır. “Bu, fakir ama onurlu bir aile babasının, hayatını ailesini açlıktan kurtarmaya ve herkesin iyiliği için dürüst bir işte kaybeden, dürüst bir işçinin hayat hikâyesidir. Mezarlıkta bir tahta parçası buluyorum ve üzerine babamın adını yazıyorum. (…) Bu babamın mezarını ilk ve son kez ziyaret edişimdir” diye yazar.[10] Zonguldak’tan Malatya’ya döndükten sonra babasının kabrini bir daha ziyaret etmek hayal olur.

Hayatının bu tek kahramanı da bu şekilde, bir kahramana layık olmayan şekilde dünyadan göçüp gittikten sonra en önemli saplantısı şekillenir: umursanmadan yaşamın devam etmesine, “kendisi olmadan da bu dünyanın dönebilmesine” karşı zihninde bir direnç oluşturmuştur. Aklı ve duyguları, babası gibi bir cenaze töreninden daha iyisine layık olacağı dünyevî bir başarı için seferber olur. Ne yazık ki bu başarı okuldan gelmeyecektir, çünkü resim ve müzik gibi derslerdeki yeteneksizliği bir yana, diğer derslerinin ortalaması bile sınıf geçmeye ancak yetebilmektedir. Kendi becerisiyle kazandığı ilk fakülteyi bitirememiştir. İkincisi ise bir dolandırıcılık hikâyesidir. Ne okumada ne de iş yaşamında bir başarı için umut ışığı vardır. Babası gibi daha öldüğü gün unutulmaya mahkûm bir insan olmamak için kendince en önemli fırsatı, dönemin siyasi ortamı verecektir.

Bütün diğer babasız yetimler gibi güçlü bir baba imgesine olan özlemini Tanrı arayışında bulacaktır. Hıristiyan tanrısı erildir çünkü İsa’nın babasıdır. Ağca’nın biyolojik baba özlemini böyle bir Tanrı imgelemiyle gidermesi gayet doğaldır. Yine aynı şekilde, çocukluğundan beri “Batıya gidip orada kendini ispat edecek” şekilde kendini hazırlayan Ağca’nın bu eğilimi de anlaşılabilir bir şeydir. Daha önce belirtildiği gibi Batı, sınıfsal bir kavrayışla zenginliği temsil ediyordu ve sırf bu niteliği yüzünden ilgiyi üzerine çekiyordu. Ama Ağca için bir anlamı daha vardır: Babası bizzat Tanrı olan İsa’ya inananların yurdudur. Çocuksu bir bakış açısıyla durumu görecek olursak, “Batı’da en önemli erkek evlat kimdir?” diye sormamız icap eder. Cevap: “Elbette İsa’nın kendisidir.” Ama O ortada olmadığına göre, gözde evlat rolünü oynayan kişi Papa’dan başkası değildir. San Pietro Meydanı’nda, kendisi hesapta yokken ortamı boş bulup bu rolü oynayan Papayı vurması anlamlıdır. Babasının lütfuna ve sevgisine layık olacak bir kişi varsa o da kendisidir! Bu durumda, Papa’nın, vekâleten üstlendiği evlat rolünü ancak onu öldürerek ve yerine asaleten kendisinin geçtiğini ilan ederek ele geçireceğini düşünmüştür. Böylece, İsa olarak tecessüm ederek, Batı’ya en üst perdeden kendini ispat etmiştir!

İmparator kelimesinin çağrıştırdığı ölümsüzlüğün sırrı

Suikastla birlikte, bunca zamandır ortada görünmeyen gerçek oğlun kendisi olduğunu ilan etme şansını yakaladı ve böylece bir ölçüde ya da kendince, bir meşruiyet sağladığını düşündükten sonra Tanrı babasıyla arasında, “Oidipus kompleksi” tanımına en çok benzeyen bir kıskançlık ve husumet olgusu patlak verdi. Sözü Ağca’ya bırakalım:

1 Mayıs 1983’den beri, rahatsız, küçük bir tecrit hücresinde bulunuyorum. Dünya tarafından unutulmuş, tamamen yalnız ve tecrit edilmiş olmak ve hapsedilme gerçeğini kabul etmek korkunç bir şey. Gençlik ve özellikle de, arkadaşlarımın bana imparator dedikleri üniversite yıllarımı düşünüyorum. O zamanlar sözcüklerle ifade etmiyordum ama hayatımda, dünyanın en iyi, en yakışıklı, en adil, en kuvvetli insanı olacağım canlanıyordu. Şimdi dünyaya hükmetmiş Mussolini, Hitler gibi kendilerini yenilmez ve ölümsüz sananların son zamanlarındaki gibi ben de terk edilmiş bir köpek gibi, korkunç bir durumda idim. Tabii ki ben ne kraldım, ne de diktatör, halka hükmedecek gücüm de olmamıştı… Ama hiçbir açıklaması olmamasına karşın, kendimi imparator gibi hissediyordum. 1 Mayıs 1983. İşte, sefil bir tecrit hücresinde tek başına, kendi kendimeyim. Tarihin en iyisi olacağını sanan bir insan için bu durumu kabul etmek zor. Aniden kafamı bir fikir kurcalıyor: “Eğer Tanrı olsaydı, sen bu hücrede olmayacaktın diyorum” ve ilk kez olarak, bir şey beni şu sözcükleri Türkçe olarak söylemeye zorluyor, “Mehmet Ali Ağca, Tanrı yok, aksi halde sen burada olmazdın!” Bu hakaretleri ben söylemiyorum. İnanılmaz bir şekilde sözcükler ağzımdan çıkıyor. Anlatılmaz bir şey…[11]

Tanrıyı sevmenin zor olduğunu daha önce yazmıştım.

Kendisini Tanrı’nın oğlu olduğuna inandıran süreçte bazı simgelerin dikkat edilmesi gereken anlamları vardır. Kendisine takılan “imparator” lakabının ölümsüzlük anlamını çağrıştırdığından daha önce bahsetmiştik. İmparatoru ölümsüz kılan niteliğin, tarih sayfalarına taşıyan politik bir konum olduğu doğrudur. Bir kişi önemli icraatlar yapsın ya da yapmasın, hatta buna vakit bulamayacak kadar kısa bir süre tahtta kalmış olsun, daha imparatorluk tahtına oturur oturmaz tarih kitaplarında az ya da çok bir yer almaya hak kazanmış demektir. Oysa birkaç paragraflık bir yer, Ağca’nın ölümsüzlük tutkusunu bastırabilecek denli önemli bir kariyer değildir. Çünkü zaten Abdi İpekçi suikastıyla bile Türkiye’nin unutulmaz teröristleri listesine girmiş ve meraklısına yönelik bir tarihin malı olmuştur. İmparator kelimesinin daha sonraki Mesihlik iddialarıyla bağlantılı olabilecek ve hatta ona giden yolda bir zemin hazırlayabilecek bir başka çağrışımı daha olması gerekir. Bu çağrışıma yol açan husus, İsa’nın çarmıhta öldürülse bile üç gün sonra tekrar dirilmiş ve bir dahaki sefere bütün yeryüzünün kralı (imparatoru) olması için gönderilinceye kadar Tanrı’nın yanında oturacak olmasıdır. İşte imparator kelimesinin çağrıştırdığı ölümsüzlüğün sırrı buydu.

Öte yandan, 1 Mayıs günü konduğu tecrit hücresinde mutlaka biyolojik babasını da yoğun bir şekilde hatırlamış olmalıydı. 1 Mayıs, işçi bayramıdır. Her ne kadar kendi siyasi görüşü bu tarihi tabulu saysa bile, işçi babasının bayram gününün çağrışımlarını aklından tamamen çıkarması mümkün görünmemektedir. Belki de bu coşkunluk içinde kendini imparator gibi hissetmiştir. Fakat biyolojik babanın cenazesindeki çökkünlük yaratan sahne, hiçbir erk ve kudret içermeyen fakir bir kimsesize uygulanan resmi formalite, tıpkı biyolojik babası gibi uhrevi babasının da güçsüzlüğünü hatırlattı ona. Biyolojik baba, fakir bir çocuğa ne iyi bir gelecek, ne de erk sahibi olmasına yetecek bir miras bırakmıştı. Aynı şekilde uhrevi baba da, bu suikast eyleminde, talihi II. Jean Paul’ün emrine vermişti. Çünkü Papa ölmemiş ve suikasttan kurtulan her siyasetçi gibi, kendisine uzatılan mikrofonlar aracılığıyla başından geçen olayda sergilediği her türlü davranışı, hak etsin ya da etmesin, olumlu bir puan olarak hanesine yazdırma şansını yakalamıştı. Kimi meziyetlerini ön plana çıkarmış, medya tarafından o ana kadar hiç fark edilmemiş daha başka yücelik ve üstünlüklerinin keşfedilmesine vesile olmuştu. Üstelik Papa bu saldırıdan en azami şekilde yararlanmanın da yolunu bulmuştu. Merhamet ve bağışlama erdemini defalarca sergilemişti. İnisiyatif, Tanrı’nın iki oğlu arasında Papa’nın tarafına geçmişti. Böylece bu baba da, tıpkı biyolojik babası gibi gözünde ölmek üzereydi. Fakat uhrevi baba, son bir mucizeyle tercihini kendisinden yana kullandığını göstermişti. Ağca, uykudayken İsa’nın ölüm anını ve göğe yükselmesini ve dirilişini görmüştü. İsa’nın ölüm anında söylediği son sözler Ağca’nın da ağzından döküldü: “Tanrım beni bırakamazsın!”

Freud’un ısrarla vurguladığı

“Bu Nazaretli İsa’nın, kendi dilinde kelimesi kelimesine söylediği son cümledir. Nazaretli İsa’nın son dakikasında onun ölümü ile gökyüzü kararıyor… Sanki cehennem sahnesi yaşanıyor ve işte mezar açık… Boş mezar cennet gibi, göğe yükselişi anlatmak olanaksız. Sonra manevi yükseliş… Gökyüzü ve yıldızlar o kadar harika ve olağanüstü ki anlatması mümkün değil, tüm bunlar benim aklıma has. Ben kendimi tanımalıyım. Bu akılcı görüntü ile her şeye kadir Tanrı, bana ‘Sen dirilmiş ve yeniden dirilmiş Mesih’sin’ diyor.”[12]

Babayla ilgili karmaşa bu şekilde çözülmüş olmaktadır. Tanrı imgesine duyulan düşmanlık ve husumet bilinçaltına bastırılmış, ona yönelik olması istenen sevgi nihayet başarılmıştır.

Bir insanın bu kadar çılgınca hayallerle hem Tanrı imgesine karşı içinde beliren düşmanlığını bastırabilmesi ve hem de narsisizmini, dış dünyanın her türlü dayatmasına karşın bu denli korumakla yetinmeyip daha da beslemesi için gerekli enerjiyi nereden bulduğu sorusu önemlidir. Biraz önce de bahsedildiği gibi bu, cinsel içgüdünün oluşturduğu enerjinin yüceltilmiş imgelere yöneltilmesiyle mümkün olmuştur. Ağca örneğinde de, tıpkı İsa gibi katı bir cinsel perhize mahkûm ettiği içgüdüsel dürtüleri sayesinde en gerilimli anında cinsel bir boşalımın yerine, yüceltilmiş simgesel çözüme tanık oluyoruz. Freud’un ısrarla vurguladığı gibi hiçbir psikopatolojik vakada cinsel işlev normal bir seyir izlemez. Bütün cinsel enerji, birtakım cinsel sembolizme hizmet eder.


KAYNAKÇA

[1] C. G. Jung, Keşfedilmemiş Benlik, Barış İlhan Yayınevi, s. 12

[2] Mehmet Ali Ağca, Ben Mesih, Alfa Yayınları, s. 51

[3] A.g.y., s. 61-62

[4] A.g.y., s. 84

[5] A.g.y., s. 38

[6] A.g.y., s. 29

[7] A.g.y., s. 39

[8] İmam Gazali, İhyau Ulumid-Din, cilt 4, Karaoğlu Yayıncılık, sayfa 282

[9] Mehmet Ali Ağca, Ben Mesih, Alfa Yayınları, s. 39

[10] A.g.y., s. 32

[11] A.g.y., s. 77

[12] A.g.y., s. 77

PAYLAŞMAK İÇİN