Benim de kahramanım babamdı

Usta çizerimiz, yazar, sanat insanı Köksal Çiftçi babası Kemal Hakkı Çiftçi’yi yitirdi. eskimiyen ailesi olarak, Çiftçi ailesine taziyelerimizi iletirken, Cumhuriyet aydınlanmasının adsız neferlerinden Kemal Çiftçi’nin anısı önünde saygıyla eğiliriz.

KÖKSAL ÇİFTÇİ

Lisenin son sınıfını İzmit’te okuyordum. Kendimce devrimciydim ve okulun öğrenci lideriydim. Ağabeyim zar zor POL-DER’li bir toplum polisi olabilmiş, maaşa bağlanıp yılların sıkıntısını aşmıştı. Ben de onun evinde kalıyordum. Devrimci olmam, teypten sürekli Ruhi Su, Rahmi Saltık, İhsani gibi ozanların devrimci türkülerini dinlemem, yakın akrabalarımı bir hayli tedirgin etmekteydi. Bir ara Kırşehir’den, köyden, babam da geldi. Ev halkı hemen koro halinde beni babama “Anarşik oldu, hepimizin başını yakacak!” diye şikayet etti, kulağımı çekmesi ricasında bulundu.

Değişik bir adamdı rahmetli.

İlkokulu Şavşat’ta okumuştu. Ben Ardahan’ın Dedegül köyü ilkokulunda öğrenciyken İlyada Destanı’nı evde tüm detaylarıyla bir masal gibi anlatmıştı bana. Bunun normal olmadığını üniversite yıllarımda farkettim. Sonraları, ileri yaşlarında da torunlarının havuz problemlerini iki dakikada çözerek şaşırtırdı.

O yıllarda görevliler okul okul dolaşıp kapasiteli öğrencileri seçer, alıp Köy Enstitülerine götürürlermiş. Babam da seçilenler arasındaymış. Fakat o, götürüldüğü Cılavuz Köy Enstitüsü’nden iki kez kaçıp köye dönmüş. İkinciden sonra bir daha da gelip almamışlar.

Nedeni ilginçtir: Dedemin beş kardeşi de Çanakkale Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda şehit düşüp arkada küçük yaşta pek çok çocuk bırakmış ve bunların sorumluluğunu da dedem almış. Kaçmasının nedeni, tam da kıtlık döneminde bu altı ailenin tüm bireylerine bakmak durumunda kalan babasına, dedeme destek olmak ve yükünü hafifletmek.

Hiç pişman olmadı…

Öte yandan her yıl hatim indirdi, vakit namazlarını kaçırmadı, oruç tuttu, kurban kesti. Fakat bir kez olsun bize dini telkinde bulunmadı. Her zaman laikliğin, Cumhuriyet’in, Atatürk’ün bilinçli bir neferi oldu. Yobazlığa zerre kadar pirim vermedi. Peygamberi dışında dini lideri yoktu. Bu niyetle yanına yaklaşanları sert bir dille uzaklaştırırdı. Bir Cumhuriyet çınarı gibi geldi ve 97 yaşında aynı Cumhuriyet’in yaşlı çınarı olarak dimdik gitti.

Konuya dönersek:

Babam 1.63 cm boyunda bir adamdı ama çok sertti ve bulunduğu ortamda kadın erkek hemen herkesin çekindiği bir adamdı. Ben de çekinirdim. Şikayet beni oldukça tedirgin etmişti.

Çağırdı yanına, “Bana da dinlet bakayım şu türküleri!” dedi. Teybi açtım, kasetin her iki tarafındaki türküleri sabırla dinledi. Korktuğumun aksine, sinirlenmemişti.

Karşısına oturtup hayatım boyunca unutamayacağım şu öğüdü verdi: “Oğlum, bunların hepsi yenilmiş, ağlaya sızlaya nasıl ezildik, nasıl dövüldük, nasıl asıldık destanı yapıyorlar. Eğer gerçekten devrim yapmak niyetindeysen, arkadaşlarını değiştir. Dayak yiyip ağlamaya başlayanla devrim olmaz. Hayatta kavga da var, yenilme de. Fakat, bu tür işler, aldığı darbeyle her yere düştüğünde ağlamak yerine daha bir hırslanmış olarak ayağa kalkıp kaldığı yerden kavgaya devam eden adam ister. Git kendine bunun gibi yiğit arkadaşlar bul!”

Babam, elleri her daim nasırlı, karınca gibi çalışkan bir köylüydü. İleri yaşlarında fabrikada yan işlerde çalışıp SSK emekliliği elde etmiş, diğer köylülere de örnek olmuştu. Maaşıyla torunlarının eğitimine katkı veriyordu. Üstelik, cenaze masrafları ve mezarının yapımı için de sağlığında gerekli birikimi hazırlamıştı. 97 yaşına dek kimseye yük olmamıştı, öldükten sonra da kimseye yük bırakmadı.

Övünmekten hoşlanmazdı, geç yaşımda öğrendim, 1969 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’ne oy vermiş. Aybar ve ekibini parlamentoya taşıyan bir avuç köy kökenli emekçiden biri olmuş.

Benim için dünyada devraldığım en büyük mirastır ve gururdur bu.

Işıklar içinde uyusun…