1990’ın Şubat ayında Voyager 1, Satürn civarındayken Carl Sagan’ın aklına bir fikir gelir: geminin kameralarının geriye çevrilip Dünya’nın birkaç fotoğrafını çekmesini önerir. öneri 9 yıl boyunca ertelenir. Ama sonunda vakit gelir. Voyager’in yüksek çözünürlüklü teleskopuyla çekilen otoğraflarda, bu kadar uzak bir noktadan Dünya tek piksele sığmış, hiçbir ayırt edici özelliği olmayan sıradan bir gök cismi gibi görünmektedir…
KAAN POLATLAR
Carl Sagan’ın yaşam öyküsüne baktığımızda, NASA’nın uzay bilimlerine yaptığı katkıların pek çoğunda yer aldığını görürüz. Bu başarılı ve üretken yaşamın elbette bilinmeyen kısmı, muhtemelen ancak uzmanının anlayabildiği zor astrofizik problemlere ilişkindir. Dolayısıyla işin bu yönü, elbette çalışmalarıyla uzayın keşfine hizmet eden binlerce bilim insanının yaptığı kolektif katkının bileşenlerinden biri olmasında gizlidir. Muhtemeldir ki onun başarıları, sadece astrofizik alanında yaptığı katkılarla sınırlı olsaydı, şimdi adını bile bilmediğimiz ama mutlaka değerini NASA ya da başka bir uzay araştırmaları kurumunda çalışan uzmanların bilebileceği bir anlam içerirdi. Ama Carl Sagan ismi, bu değerli insanlardan biraz daha fazla bir anlam taşır. Bunun da nedeni, yazdığı yazılar ve üstlendiği etkinliklerle bu spesifik alanın popülerleşmesini sağlamasıdır. O kadar popülerdir ki, Gezegen Derneği adında, 100.000 üyeli, dünyanın bu alandaki en büyük sivil toplum örgütünün kuruculuğunu ve başkanlığını da yapmıştır. Pek çok bilimsel dergide makale yazmış, kitapları bestseller olmuş, Mesaj adlı romanı, hem çok satanlar listesine girmiş hem de filmi çekilerek daha fazla insana ulaşmayı başarmıştır. Çalışmalarının ağırlık noktasını Güneş Sistemi’ndeki gezegenlerin oluşturduğu göz önüne alınırsa, onun bu konuda söyleyeceklerinin herkesten daha önemli olacağı anlaşılacaktır. Dolayısıyla o, bu konudaki çalışmaların amacını anlatan, hatta daha doğru bir ifadeyle, felsefesini yapan kişidir. Böyle bir kişinin yazacakları elbette önemli olacaktır. O da beklentilerimizi boşa çıkarmamış ve hepimizde olduğunu varsaydığı bu araştırma arzumuzun kendince bir tarihçesini yazmıştır.
Tarihçesine, “Başından beri hep gezgindik,” diye başlar Carl Sagan.[1] Bu gezginliğin elbette pratik nedenleri vardır. Aslında daha iyi beslenebilmek için en iyi meyvelerin yerini bildiğimiz ve hayvan sürülerinin göç güzergâhlarını kafamıza nakşettiğimiz için geziyorduk. Bazen de büyük kuraklıklar ya da dondurucu hava koşulları yüzünden daha elverişli coğrafyalara göç etmek zorunda kalıyorduk. Onun deyimiyle, var olduğumuzdan beri geçen zamanın yüzde 99.9’unda bizler birer gezgin avcı-toplayıcıydık. Ama Carl Sagan madalyonun öteki yüzünün de hakkını teslim eder: yiyeceği kolaylıkla bulduğumuzda yerimizden hiç ayrılmamaya ve kaygısızca tembellik etmeye eğilimli olduğumuzu da söyler. Buna rağmen yine de içimizde bizi huzursuz eden, tatminsiz bırakan bir dürtü vardır. Çünkü “uzayıp giden yollar tatlı tatlı çağırıyor hâlâ, neredeyse unutulmuş bir çocukluk şarkısı gibi,” demektedir.[2]
Dolayısıyla içimizde taşıdığımız bu eğilimin ya da dürtünün, doğal bir seleksiyonla genlerimize işlenmiş bir olgu olduğunu varsayar. Yani bizim, yüz binlerce, hatta milyonlarca yıllık genetik seçilimler sonunda gezmeye, keşfetmeye yazgılı varlıklar olduğumuzu iddia eder. Elbette işin bu tarafı onun uzmanlık alanı değildir. Dolayısıyla onun bu görüşünü kanıtlayabilecek -bildiğim kadarıyla- genetik veriler henüz bulunmamıştır ama doğrusu bu varsayım kulağa çok hoş gelir. Romantik bir tarafı da vardır. Ama şahsen ben, bu “merak” isnatlarına biraz kuşkuyla yaklaşmaktayım, ama tabii, keşfi sadece seyahatle sınırlamadığımız takdirde…
Bence araştırmacılığın ve kâşifliğin temelinde Freud’un dediği gibi libido enerjisi yatar. Yani dar anlamıyla cinsel enerji, geniş anlamıyla yaşam enerjisi… Ama burada kastedilen enerjinin aslında pek azı genetik yatkınlıklarla ilgilidir. Sorunun temelinde, bu enerjinin dış dünyaya yansıtılamaması sorunu vardır. Yani çocukluk gelişiminin bir yerinde, yaşanan türlü travmalar sonucunda, dünyanın tanınması amacına yönelmesi gereken bu enerjinin akış kanalları tıkanır; kişi, dış dünyadan korkutularak iç dünyasının verimsiz alanına mahkûm edilir. Bu nedenle insanların tamamına teşmil edilebilecek bir keşif merakı ya da tam tersi, verimsiz bir tembellik eğilimi yoktur. Bir kısmı “kâşif” niteliklerini koruyabilmiştir; ama pek çoğu verimsiz tembellik alanına prangalanmış bîçarelerdir.
Biz yine Carl Sagan’a dönecek olursak, olağan gelişim seyrini sürdüren, gelişiminde herhangi bir kesintiye uğramayan normal insanlar için ileri sürdüğü fikri kabul edeceğiz ve insanların içlerinde bir yerlerde, gerçekten de keşif yapma dürtüsünün olduğunu kabul edeceğiz. Carl Sagan, bu dürtüyü, edebiyatın klasikleri arasındaki kimi romanların karakterlerinin konuşmalarından örnekler göstererek açıklamaya çalışır. Fakat dünya tarihinde her zaman sınırlı sayıda olan kâşiflerin kişisel gayretlerinin ötesinde, yeni yerler bir kez keşfedildi mi, oraya göçlerin bazısı gönüllü olsa da çoğunun gönülsüz bir şekilde yapıldığının hakkını teslim eder. Göçler, kâşiflerin motivasyonlarından farklı saiklerle gerçekleşmektedir.
Ona göre, “insan dalgaları tüm gezegende kabarıp alçalmaya devam edecek. Ama şimdi koşup gittiğimiz ülkelere çoktan yerleşilmiş. Bizim kötü halimize genellikle pek empatiyle bakmayan başka insanlar var karşımızda.”[3] Artık yer değiştirmelerin, keşif tutkumuzla bir ilgisi yok. Daha ziyade ekonomik zorunluluklardan kaynaklanan gerekçeleri var. Dünya üzerinde keşfedilmemiş kara parçaları kalmadığına göre ilk kâşiflerin düşürdükleri yerden bayrağı alıp daha ilerilere, bilinmezlere doğru götüren o ilginç motivasyonun biricik taşıyıcıları olma şerefini astronomlar ve astronotlar hak etmektedir.
Carl Sagan, uzayın keşfini her ne kadar ilk kâşiflerin macera ruhuna bağlamaya çalışsa da, aralarında büyük farklılıklar görmezden gelinecek gibi değildir. Uzay çalışmaları bireysel maceracılar tarafından değil, dünyanın en güçlü devletlerinin harcayabileceği milyar dolarlık fonlarla sürdürülmektedir. Dolayısıyla işin içinde psikolojik dürtülerden ziyade başka türden beklentiler bulunmaktadır. Bu beklentiler de aslında pek o denli masum şeyler değildir: Büyük devletler, başka gezegenlerin kolonizasyonu ve uzay madenciliği düşleri görmektedir. Yani dünyanın kaynaklarının sonuna gelmiş olabileceğini fark ederek, tıpkı Amerika ve Avustralya kıtalarının, o zamanın dünyasında akla hayale gelmeyen yeni iş olanakları ve servet vurgunculuğu fırsatları sağlaması gibi, yeni kolonize edilen gezegenlerin de benzer imkânlar sunacağı hayalini taşımaktadırlar.
Benim kişisel kanaatime göre o zamanın Avrupa’sı için, ancak Dünya gibi yaşanabilir bir gezegen bulmak kadar fantastik bir tesadüf sonucunda ulaşılan Amerika, Avustralya, Yeni Zelanda vb. yerlerin keşifleri olmasaydı, bugün kapitalizme bile geçiş mümkün olmayacaktı. Muhtemelen bugün, Osmanlı da dâhil, bütün eski imparatorlukların hepsi hayatta olacaktı ve biz, teknolojik yönden daha geri ama belki kitlesel yok oluş korkusundan daha uzak bir dünyada yaşıyor olacaktık. İşte bu kıtaların keşfi bu denli muazzam fırsatlar yarattı. Şimdi açıkçası uzay araştırmalarına yatırılan milyarlarca dolarlık yatırımların gerisinde yine böyle fırsat arayışları gizlidir. Üstelik bu çalışmaları yine coğrafi keşiflerden en çok kazanç sağlayan ülkelerin sürdürüyor olması da tesadüf değildir.
Carl Sagan, uzay araştırmalarının bu iştah kabartan niteliklerine eşlik eden zenginlik, güç, itibar gibi temel başarı dürtülerinin yanı sıra hiç akla gelmeyen ilginç bir ruhsal durumu daha fark eder.
1990’ın Şubat ayında Voyager 1, Güneş’in aksi istikametinde, Dünya’dan saatte 40.000 mil hızla uzaklaşmaktadır. Satürn gezegeni civarında Carl Sagan’ın aklına bir fikir gelir: geminin kameralarının geriye çevrilip Dünya’nın birkaç fotoğrafını çekmesini önerir. Gerçi bu fotoğrafların neye benzeyeceği konusunda bir fikri vardır Carl Sagan’ın, ama yine de onun ifade etmek istediği şey aklındakilerdir. NASA yetkilileri bu öneriyi geri çevirmemekle birlikte epeyce erteler. Geminin kameralarının Güneş yönüne çevrilmesi yüzünden, parlak ışıklarının hassas kameralara hasar verebileceğinden endişe edilmektedir. Bu nedenle Carl Sagan’ın önerisi ancak Uranüs, Neptün ve Pluton keşifleri tamamlanana kadar, yani hemen hemen 9 yıl boyunca ertelenir. Sonunda vakit gelir. Kameralar Dünya’ya çevrilir, altmış kadar fotoğraf çekilir. Bunların o zamanki ilk dijital fotoğraflar olması muhtemeldir. Dijital veriler radyo dalgaları yoluyla Dünya’ya gönderilmeye başlanır. Fotoğraflar yaklaşık 640.000 “piksel”den oluşmaktadır ve Dünya’ya radyo dalgaları yoluyla (yani ışık hızında) ulaşması bile 5,5 saat sürmektedir. Çünkü uzay gemisi o sırada Dünya’dan 3,7 milyar mil ötededir. Voyager’in yüksek çözünürlüklü teleskopuyla çekilen bu fotoğraflarda, bu kadar uzak bir noktadan Dünya tek piksele sığmış, hiçbir ayırt edici özelliği olmayan sıradan bir gök cismi gibi görünmektedir. Nihayet Carl Sagan’ın insanlara söylemek istediklerinin kanıtı olan fotoğraf ortaya çıkmıştır. O da bu fotoğrafa istinaden şu ünlü paragrafları yazar:
“Şu noktaya bir daha bakın. İşte bu. İşte vatan. İşte biz. Üzerindeki herkesi seviyorsunuz, herkesi biliyorsunuz, herkes hakkında bir şey duymuşsunuz; her insan, kim olursa olsun, kendi hayatını yaşıyor. Sevinçlerimizin ve acılarımızın toplamı, türümüzün tarihindeki, kendinden emin binlerce din, ideoloji ve ekonomi doktrini, bütün avcı ve toplayıcılar, bütün kahramanlar ve korkaklar, uygarlığın bütün yaratıcıları ve yok edicileri, bütün krallar ve köylüler, bütün genç âşık çiftler, bütün anneler ve babalar, umut dolu çocuklar, mucitler ve kâşifler, bütün ahlak hocaları, bütün yozlaşmış siyasetçiler, bütün ‘süperstarlar’, bütün ‘yüce liderler’, bütün azizler ve günahkârlar orada –bir güneş ışığı huzmesinde asılı duran o toz zerresinde- yaşadı.
Dünya, uçsuz bucaksız kozmik arenada çok küçük bir sahne… Bütün o generallerin ve imparatorların, bir noktanın bir kesiminin geçici hâkimleri olabilsinler diye, şan ve zafer içinde döktükleri kandan nehirleri düşünün. Bu pikselin bir köşesinde yaşayanların, başka bir köşede yaşayan ve kendilerinden pek ayırt edilemeyen kişilere yaptığı, bitmek bilmeyen gaddarlıkları, aralarındaki yanlış anlayışların ne kadar çok, birbirlerini katletmeye ne kadar istekli, nefretlerinin ne kadar müthiş olduğunu düşünün.
Takındığımız tavırlar, kendimize verdiğimiz hayali önem, evrende ayrıcalıklı bir konumumuz olduğu kuruntusu bu soluk ışık noktasıyla sarsıldı. Gezegenimiz, bizi çevreleyen büyük kozmik karanlıkta tek bir zerredir. Tüm bu sonsuzluğun içindeki ücralığımızda, başka bir yerden bizi kendimizden koruyacak bir yardımın geleceği yolunda hiçbir işaret yok. (…) İnsanların kendini beğenmişliğindeki ahmaklığı belki de, küçücük dünyamızın uzaktan beliren bu görüntüsünden daha iyi gösteren bir şey yoktur. Bence, birbirimize karşı daha sevecen davranma ve bu soluk mavi noktayı, bildiğimiz tek vatanımızı koruma ve değerini bilme sorumluluğumuzu vurguluyor.”[4]
İşte gerçek bir bilgeye yakışan sözler…
Her kritik durumda, insanların bedbahtlığa ve umutsuzluğa kapıldığı her kritik eşikte benzeri sözler pek çok bilgin, felsefeci ve din adamı tarafından söylendi. İnsanoğlu, bu ve benzeri sözlerdeki anlamı, hayatının en azından birkaç döneminde, en kederli olduğu anlarda yakından hissetti ama hiçbir zaman bu ruhsal olguyu, hayatının temel düsturu yapmayı başaramadı. Carl Sagan’ın sözleriyle, “astronominin kibir kıran ve karakter oluşturan bir etkisi olduğu”ndan dolayı, onun kadar ayrıntıları seçmeye muktedir olamasak bile, belki de her gece kafamızı gökyüzüne kaldırıp bir bakmalıyız…
tabii oradan yeryüzüne bakma imkânımız yoksa!
KAYNAKÇA
[1] Carl Sagan, Soluk Mavi Nokta, Ayrıntı Yayınları, s. 15
[2] A.g.y., s. 16
[3] A.g.y., s. 18
[4] A.g.y., s. 27-28