Bedenin şiiri erotizm, dilin erotizmi şiir, benliğin uyanışı aşk

Aşk gördüğümüz, bildiğimiz, anladığımız dünyayı değiştirir. Görmediğimiz,  daha önce anlamadığımız pek çok şey olduğunu fark etmemizi sağlar. Nesnelerin, durumların, hayatın anlamı tamamen değişir. Keskin bir düşünce gücü ve sezgiye kavuşuruz. Algılarımız açılır, esrikleştirdiği için coşku verir. Yepyeni anlamlar bulup bulduklarımızı ifade etme isteği doğar.

ASLIHAN TÜYLÜOĞLU

Aşk pek çok duygulanım gibi beyinde var oluyor. Beyinde birçok salgı aynı anda üretildiğinden, coşkudan üzüntüye, sevinçten, acıya, hoşluktan, hoşnutsuzluğa birçok zıt duygu ile birlikte hissediyoruz onu. Aynı zıtlık aşkın yapıcı mı yoksa yıkıcı mı olduğu konusunda da karşımıza çıkıyor. Aşkın daha çok yıkıcı, yasak tanımaz, özgürleştirici bir deneyim olduğunu görüyoruz. Aslında her an karşıtına dönüşebiliyor bunlar da. Özgürlük mesela; aşık olan kişinin aşık olduğu kişiye aşırı bağlılık göstermesi ile bir çeşit esareti de getirebiliyor. Duygular açısından aşkın paradoksal bir yönü mevcut bu yüzden. Karşısındakini korumak, adanmak, bağlanmaktan onu yok etmeye varabilen bir davranış zinciri de gözlemlenebiliyor. Aşka atfedilen birçok olumlu özellik bu yüzden belli bir idealizm özelliği gösterebiliyor. Bildiğimiz tek şey aşkı yaşamadan önce nasıl davranacağımızı ne hissedeceğimizi asla keşfedemeyeceğimizdir. Bu süreçte de akılla ona bir güzergah çizemeyeceğimiz. Yani aşk aklın kısa devre halidir ve istek ve arzularını en kısa yoldan gerçekleştirmeye bakar. Sizse bir rüzgara bir girdaba kapılmış gibi irade alanının dışında sürüklendiğinizi fark eder ama hiçbir şey yapamazsınız. Bu noktada garip bir algılayış karşımıza çıkar. Duygu durumumuzdaki bu değişkenlik ister olumlu ister olumsuz olsun aşık olan kişi olağanüstü bir durumla karşılaştığını bilir. Aşkın getirdiği bu karmaşık hislerden hatta duyduğu acı ve üzüntüden bile hoşlanır. Aşkın en estetik dile geliş şekli olan şiire bakalım hemen: “Aşk derdiyle hoşem el çek ilâcımdan tabîb/ Kılma dermân kim helâkim zehri dermândadır.”der, Fuzûlî. Çelişik bir durumdur aşk, hem çelişkiler getirir hem de çelişkileri çözer. Engellenmeyi  kavuşmaktan daha fazla sever. Bu yüzden “aşk, engellendikçe güç kazanır.”

Romeo ve Jüliet. Aşk kendine ölümü değil de vuslatı seçtiğinde bitiyor mu?

SEVİ İLE SEVDA

Aşkın beyinde yaratıldığını söyledik. Oysa şiirlerde, günlük hayatta aşkın evi hep kalp olarak görülür. Belki ağrıyan veya deli gibi atan organımız olarak onu hissettiğimiz için; oysa bu ikisi dışında bir yer daha vardır Türkçe sözcükler içinde pek çok duyguyla beraber aşka da ev sahipliği yapan. O da “gönül”dür. Sözcükler birer kültürel zenginlik olduğundan dilimizdeki bu sözcük -ki, diğer dillerde tam bir karşılığı olmadığını okumuştum- bize özgü aşkı dile getirirken tüm arzu ve isteklerimizin merkezi olduğu gibi aşkın da yerini işaretliyor. Düşsel bir yer tanımlamasıdır gönül, arzularımızı isteklerimizi besleyen barındıran, duygularımıza kaynaklık eden belki zihinsel ve bedensel bir birleşimi imleyen imgesel bir kavramdır. Aşk kelimesinin gönülle ilişkilendirildiği birçok bileşik sözcüğe de sahibiz; gönül çekmek, gönül akıtmak, gönül gezdirmek, gönül vermek, gönlünü çalmak, gönlünü çelmek, gönlü varmamak, gönlünü yakmak… 

Arapçadan dilimize geçmiş aşk kelimesi “aşırı sevgi ve bağlılık duygusu” olarak adlandırılıyor. Türkçe karşılığı ise “sevi” dir. Zaman zaman şiirlerde karşımıza çıksa da günlük hayatta yaygın olarak kullanmıyoruz, sevgi kelimesini yeğliyoruz. 13. Yüzyıldan Yunus Emre bu sözcüğü şöyle selamlıyor: Ben gelmedim dava için/benim işim sevi işi” Aşka karşılık bir de “Sevda” sözcüğümüz var. O da Arapça kökenli olup “Aşırı sevgi, tutku” karşılığında kullanılıyor. Aşk karşılık bulamazsa, umutsuz ama güçlü ise onu “karasevda” olarak adlandırıyoruz. Umutsuz aşkların konu olduğu, aşıkların ayrılıp hastalandığı bu karasevda da bizim edebiyatımızda çok işlenmiş bir konu.

BEDENİN ŞİİRİ EROTİZM, DİLİN EROTİZMİ ŞİİR

Aşk konusunda ilerlerken aşkın iki boyutu öne çıkar. Birincisi tutku ve aşkın nesnesine bağlanmayı getiren ve mitolojiden alınan Eros boyutudur. Aşık nesnesine tutkuyla bağlanır onu elde etmek ister, yıkıcılığı, kural tanımazlığı bu nedenledir. Bir de aşkın Agape ile simgelenen bir iyilikçilik ve adanma tarafı vardır. Bu da sevilen kişiyi üstte tutmaya, onun iyiliği için çalışmaya götürür aşığı. Nitelikli bir aşkta bu ikisi aynı oranda bulunur ve birbirini dengeler. Bu dengenin kurulamaması mutsuzluğu getirir. Aşkın cinsellik yanı Eros’ta anlam bulur. Buna rağmen bu cinsellik çıplak halde üreme güdüsü şeklinde bulunmaz insanda. Süslenmiş, incelmiş ve zevke dönüşmüştür, bu ise cinselliğin bir üst şekli olan erotizmdir.

Aşkın edebiyattaki karşılığı şiirdir. Aşk, bedenin ve zihnin aşkınlaşmış, özgürleşmiş şeklidir. Şiir de dilin aşkınlaşmış ve özgürleşmiş halidir. Octavio Paz benzer bir çıkarımı erotizm ve şiir arasında yapıyor:

“Erotizm ile şiir arasındaki bağlantıyı, erotizm bedenin şiiridir, şiir de dilin erotizmidir, diye açıklarsak abartmış olmayız.(…) Dil -anlam taşıyan manevi şeylerin maddi izini süren ses- en uçucu en anlık olana bile bir ad yakıştırır.” derken erotizmin cinselliğin temeli olan üremeyi ayraca almasına paralel olarak dilin de şiirde iletişimi ayraca aldığını dile getirir. Yine “Erotizm, insanoğlunun imgelemi ve istemi sonucu toplumsallaşmış, değişime uğramış cinselliktir (…) Erotizm yaratıdır ve hiç durmayan bir değişmedir.” (O. Paz. Ç.A. Sf.14)

AŞK DÜNYAYI DEĞİŞTİRİR

Aşk insanın kendisini fark etmesini, keşfetmesini sağlayan bir duygudur. Benliğin uyanışı diyebiliriz buna. Çoğu aşığın “yeniden doğdum” demesi, “daha önce yaşamıyormuşum” demesi bundandır. Yine de bu özel deneyimin neden niçin başımıza geldiği karanlıktır. Evet aşık olunca vücudumuzdaki, beynimizdeki değişimler hatta aşkın ömrü bile saptanmıştır da; neden herkese değil de bir tek kişiye aşık olunur sorusu yanıtsızdır.  Kültürel, sosyal, ekonomik, psikolojik birçok faktörün işlemekte oluğu bir süreçtir bu. Onu özel yapan ise sık rastladığımız bir şey olmayışıdır. Bizde aşkla ilgili oluşmuş bir bilgi olmasa başımıza gelen şeyi bu şekilde tanımlayamazdık. Öyleyse aşk aslında bir kültürdür. Ben daha ileri gidip yaratılan bir şey olduğunu söyleyeceğim. İnsanın bir aşk kabiliyeti var ve bu kabiliyet ölçüsünde onu yaşıyor. Hatta zihinsel olarak üretiyor, süreklileştiriyor. Aşkın ömrünü hesaplayanlara inat, tekrar tekrar yaratabiliyor ve uzun sürebiliyor.

Aşk gördüğümüz, bildiğimiz, anladığımız dünyayı değiştirir. Görmediğimiz,  daha önce anlamadığımız pek çok şey olduğunu fark etmemizi sağlar. Nesnelerin, durumların, hayatın anlamı tamamen değişir. Keskin bir düşünce gücü ve sezgiye kavuşuruz. Algılarımız açılır, esrikleştirdiği için coşku verir. Yepyeni anlamlar bulup bulduklarımızı ifade etme isteği doğar.

Aşk bir yaratımdır, sadece fiziksel değil zihinsel bir farklılık da yaratır bizde. Gerçekte olmayan ama olmasını istediğimiz şeyleri açığa çıkarır. Benliğimizle kurarız onu, düşsellikle besleriz. Bu nedenle yaratıcılık had safhaya çıkmıştır. Aşk sanat eserlerini esinleyen bir güce dönüşür bu yüzden. Bilgi, görgü ve düşünceden fazlası vardır onda. Bir ateşlenme bir itme hissederiz. Nesnesinin peşine de düşebilir aşk, onu erişemeyeceği kadar da yüceltebilir. Ona sahip olup üzerinde iktidar kurmaya da kalkabilir, ona kulluk da edebilir. Zaman zaman bunlar yer değiştirir de. Aşk kendi benliğinden, bencilliğinden çıkmak, ötekine doğru itilmektir. Aşk insanın ötekine duyduğu en büyük ilgidir. İnsan çoğunlukla kendini merkeze alarak yaşarken birden sarsılır, öteki merkez haline gelir ve o bir uydu gibi onun etrafında dönmeye onun çekim kuvvetinin oluşturduğu bir yörüngede gezinmeye başlar.

VUSLAT AŞKIN SONU MU?

Doğum insanın yaşadığı ilk travmadır, dünyaya atılmak ve yalnız olmak, tek olmak ve hayatını böyle tamamlamaya mahkûm olmak… Aşk insanı tekrar iki olmaya, karşısındaki ile birleşmeye, kenetlenmeye götürür. Bu bakımdan aşık olunan kişi ile yaşanan cinsellik, kişiyi doğum öncesi mutluluğuna geri götürür.

Aşk edebiyatın en büyük konularından biridir. Aşkın tarihi edebiyatın da tarihidir. İki kişi arasındaki bu özelleşmiş durum edebiyatta gözler önüne serilir. Kültürel boyutu da olan aşkı tarihsel olarak edebi yaratılarda izlemek mümkündür. Bu bakımdan şairlerin aşkları şiirlerine de yansıdığı için, aşkın bütün trajik boyutu ifade yeteneği yüksek bir kişi tarafından bütün ayrıntıları ile dile dönüştürüldüğü için ilgi odağı olur. Hele Aragon ve Elsa, Sylvia Plath ve Ted Hughes gibi her iki taraftan da izlenebilecek aşklar, okurun birer aşk dedektifi olduğu durumlar, ünlü aşk şiirlerinin yazıldığı özneler hep merak konusudur. Edebi anlatılardaki aşklar ise sonunda kavuşulmayan aşklardır. Halk hikâyeleri, Kerem ile Aslı, Leyla ile Mecnun, Ferhat ile Şirin büyük aşk hikâyeleri olarak aynı kederi paylaşır. Aşıkların ölümü aşkın ölümsüzlüğünü getirir. Masallar bile kahraman ile aşığının kavuştuğu anda biter. Kavuşmak ve sonrası ilgilendirmez kimseyi. Batı edebiyatında da trajik aşk hikâyelerini görüyoruz. Romeo ve Jüliet bunların en ünlülerinden. Peki aşıklar ölmese ve evlenselerdi… Ephraim Kishon’un yazdığı ve Türkiye’de de oynanan, Tarla Kuşuydu Jüliet isimli oyun bu trajik aşk hikayesinin ölümle değil evlilikle sonuçlanması sonrası,  trajediden komediye evrilişini, romantizmin bitişini gözler önüne seriyor.  Aşk kendine ölümü değil de vuslatı seçtiğinde bitiyor mu? Kimileri bittiğini, kimileri aşkın sırf iyilikçi yönüyle ayakta kalarak sevgiye dönüştüğünü ve böyle olması gerektiğini söylüyor. Bunun altında, hiçbir role ve hiçbir kalıba girmeyen aşkın kurumsallaştırılması yani karşı olduğu her şeye dönüştürülmesi yatıyor belki. Belki de insan sağlığı ancak buna elveriyor. Böyledir ama aşk kendine henüz evlilikten başka bir çıkış bulamadı, bu da gerçek. Galiba bu, aşık olduğu kişiyi, bu da yetmeyip kendisini öldüren günümüz “ya benimsin ya toprağın”cılarından daha yüceltici. Öyleyse aşkı hayatı olumlamak için bir olanağa dönüştürmek ve biteceğini bile bile de olsa yaşamak ve belleği bu anı ile donatmak en iyisi. Ne olursa olsun aşk yasadışı kalmayı seviyor bu da bir gerçek.

Anna Karenina. Tolstoy’un sinemaya uyarlanan ünlü romanından bir sahne.

AŞK KURBANLARININ EN ÜNLÜSÜ

Roman sanatı da aşkı en çok ele alan edebi türdür. Tolstoy’un Anne Karenina romanı yasak bir aşkı konu ediyor.  Tolstoy kahramanlarının psikolojik durumlarını yansıtarak bu konuyu en iyi işleyen bir şaheser üretiyor. Sosyal yönden başarılı bir evlilik yapmış, yüksek mevkide bir memurla evli olan Anna, bir çocuk sahibi sevgisiz ve monoton bir evlilik sürmektedir. Moskova’ya gittiğinde karşılaştığı ise Kont Vronsky, genç, yakışıklı ve zengin bir toprak sahibidir. Kontun kendisiyle ilgilenmesine karşılık veren Anna Karenina kendini toplumsal yönden bir yıkım içinde bulur. Aşkını saklamayacak kadar dürüst davranması ikiyüzlü aristokratlar tarafından hoş karşılanmaz. Kocasının olayı affetmesine karşılık Anna Voronsky’den kopamaz birlikte bir süre İtalya’da yaşarlar. Döndüklerinde ise toplumdan dışlanırlar. Anna gittikçe kıskanç ve huzursuz birine dönüşür. Kont da ona ilgisiz kalmaya başlar. Roman Anna Karenina’nın kendini bir trenin altına atmasıyla son bulur. O aşk kurbanlarının en ünlüsüdür.

Stendhal de karşılıksız bir aşka yakalanan ünlü bir romancı olarak aşkın doğasını çözümlemeye çalışır. Denemelerini, Aşk Üzerine isimli kitabında yayımlar.  Aşk Üzerine, Stendhal’ın,1818 yılında Milanolu bir kadına duyduğu karşılıksız aşkını anlattığı eseridir. Stendhal, kendisini çılgına çeviren aşkına nesnel bir uzaklıktan bakmaya çalışırken, aşk duygusunun insan ruhunda yaptığı köklü değişiklikleri ele alır. Yazarın aşık olduğu Matilda Dembowski 1825’de ölür. Ancak Stendhal yaşamının sonuna kadar onu unutmaz. Bu kitabında Stendhal dört türlü aşktan söz eder: Fiziksel aşk, zevkli aşk, yokluktan doğan aşk ve en yüksek mutluluğun kaynağı olan tutkudan doğan aşk. Yine Stendhal’ın aşk yüzünden giyotine mahkûm olan Julien Sorel’ini ve Kızıl ve Siyah isimli romanını da analım burada.

DÜŞSEL AŞKIN SÜREKLİLİĞİ

Aşk ve erotizmi ustaca işleyen, birçok kadına aşık olan ve dört kez evlenen şairimiz Cemal Süreya “Bu Bizimki” şiirinde aşkın doğasını çok yönlü biçimde ele alıyor, bir çok tanımdan daha fazlasını ortaya koyuyor bu kısacık şiirde. Bu bakımdan bu şiiri buraya almanın yararı var:

“Bu Bizimki

Yıkıcı bir aşk bu, 
Yıkıyor milletin ortasına 
Tutku yükünü.

Bölücü bir aşk, 
Ekmeği suyu bölüyor 
Günde üç öğün.

Hain bir aşk bu, 
Sizin eve hırsız girer 
Onunkine polis.

Yasadışı bir aşk, 
Evlenmeyi 
Hiç mi hiç düşünmüyor.

Soyguncu bir aşk bu, 
En sıradan ezgilerden 
Sevinçler devşiriyor.

Kökü dışarda bir aşk, 
Dante ile Beatrice’inkine 
Fena öykünüyor.

İşgalci bir aşk bu,  
Samanlık sevişenin diyor 
Başka şey demiyor.”

Peki aşkın kısıtlı bir süresi varsa elimizden ne gelir. Elbette yaşadığımız şeyi kıymetini bilmek. Ayrıca mademki aşk beyinde üretiliyor, bilinçli bir şekilde onun yeniden yeniden üretilebileceğini de düşünebiliriz.  Düşsel- düşünsel bir aşkın sürekliliği mümkün. Zaten aşık olan kişi de çoğunlukla bu düşsel- düşünsel alana girmiştir. Mantığın fazlaca işlemediği, imgelemin fazlaca çalıştığı alana. Öyleyse aşkı diri tutmak mümkündür. Tutku boyutu Eros azalsa da Agape (iyilikçi) yanı sapa sağlam durur. Anılar ise tutkuyu ayakta tutabilir.

Bir halk türküsü aşkın çaresini bulmuştur. “Odam kireç tutmuyor/kumunu karmayınca/sevda baştan gitmiyor sarılıp yatmayınca”. Bu çare ise bir paradokstan ibarettir. Aşk biraz da o paradoksun kendisidir.


Kaynaklar:

  • Octavio Paz, Çifte Alev, Okuyan Us Yayınları,1. Baskı, İstabul, Ekim 2002
  • Pierre Burney, Aşk, Gelişim Yay.,İstanbul, 1976
  • Aşk, Hakkında Düşünceler, Haz. Özcan Erdoğan, İkaros yayınları,1. Baskı Şubat 2015
  • Michael Pearson, Aşk ve Devrim, Karşı Yayınları, 1. Baskı, 2010

Dahiler ve Aşkları, Haz. Özcan Erdoğan, İkaros Yayınları, Mayıs 2008