Bahtiyar Vahabzade – Gelin Açıq Danışaq (Gelin Açık Konuşalım)

‘Bizim öz veznimiz olan hece vezni, yalnız Türkdilli halklara aittir. Bu vezni Türkdilli halklardan başka yalnızca Ermeni şiirinde görmek mümkündür. Bu aynılığı müzikten önce dil etkisinde aramak gerekir. Çünkü dil vezni, vezin de müziği yaratıyor’

 

Çeviri: MAHMUT AYAZ

Bahtiyar Vahapzade’nin Gelin Açık Danışak adlı kitabı SSCB zamanındaki baskısı

Bu kitabı, yıllar önce üniversitedeyken, bizim bölümün değil, Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün hocalarından birinden ödünç alıp, kitaptan 20 sayfa kadarının fotokopisini çektirmiştim. Kitap şimdi Azerbaycan’da büyük olasılıkla piyasada yoktur, çünkü artık kitaplar, gazeteler Kril (Rus) alfabesiyle basılmıyor. Yeni baskısının olacağını da sanmıyorum. Sovyet döneminde basılan kitapları zaten artık basmıyorlar. Örneğin, Marx döneminde yaşamış olan bizim ateist-materyalist filozofumuz Mirze Fethali Axundzade‘nin Kemalüddevle Mektupları adlı kitabını İzmir’deki ülkücü bir hocadan ödünç istemiştim (bu kitabı aldığım aynı hocadan),

Babek‘i çevirdin yetmedi, şimdi de bununla mı Türkiye’yi karıştıracaksın?’ dedi ve vermedi. Ben de Azerbaycan’a giden bir arkadaşla Azerbaycan Yazarlar Birliği Başkanı Anar‘a bir mektup yazıp gönderdim. Anar müellimle dostluğumuz benim İstanbul’da gazetecilik, onun da Mimar Sinan Üniversitesi’nde hocalık yaptığı yıllara dayanır. Anar müellim, Nâzım Hikmet’in de yakın dostlarından olan ve karı koca ikisi de Azerbaycan’ın ünlü şairlerinden Resul Rıza ile Nigar Refibeyli’nin oğludur. Anar diyorum, çünkü soyadı kullanmaz, sadece Anar adını kullanır. Neyse, bu kısa bilgiden sonra konuya dönelim. Azerbaycan’da kitap piyasada yokmuş, yeni baskısı da yapılmıyormuş. Sağ olsun Anar müellim, bu kitabı bana kendi kitaplığından göndermişti. Anar müellim bana demişti ki:
“Sen yeter ki Azerbaycan’a gel, istediğin kitap ve müzik arşivine sokarım seni, AZtv’nin arşivine de sokarım, istediğin ne varsa hepsinin kopyasını alırsın.”

Parasızlıktan gidemedim. Parayı pulu, malı mülkü sevmem ama işte böyle durumlarda gerekli. Son bir notla bitireyim. Doktora yapmak için Azerbaycan’a gitmek istemiştim, ancak MİT’in (Milli İstihbarat Teşkilatı) fakülte sorumlusu bir hoca engel olmuştu. O dönem, 12 Eylül Amerikancı faşist askeri darbenin karanlığının sürdüğü yıllardı ve biz öyle bir dönemde akademik-demokratik haklarımız için gittikçe yayılan bir açlık grevi başlatmıştık. Selda Bağcan ile Ahmet Kaya da bizzat destek vermek için bizi ziyaret ettiler, çalıp söylediler, minnet borçluyuz. Neyse, sonuçta gözaltına alındık, DGM’de (o zamanlar Devlet Güvenlik Mahkemeleri vardı) yargılandık, aklandık. Üniversite hakkımızda soruşturma açtı. Soruşturmayı yürüten MİT’in fakülte sorumlusu hocanın asistanı, araştırma görevlisi bana şunu demişti:

“Mahkemede aklansan bile artık kara listedesin, bırak yurtiçi, yurtdışı akademisyenliği, öğretmen bile olamazsın, devlet kapıları komünistlere kapalı.”

Neyse, sonrası gazetecilik ve emek sömürüsü yılları… Hem de emek sömürüsüne karşı olan “sol” gazetelerde! Bunu da belki başka zaman anlatırız.

BAHTİYAR VAHAPZADE’Yİ TANIMADAN OLMAZ

Şimdi kitaptan ilgili bölüme geçmeden önce, yazarı kısaca tanıyalım:

Prof. Dr. Bahtiyar Vahabzade: (D. 1925, Şeki (Nuha) / Azerbaycan – Ö. 13 Şubat 2009, Bakü / Azerbaycan). Şair, filolog, Çağdaş Azerbaycan Edebiyatı profesörü. Tıp

fakültesini yarıda bırakarak, yüksek öğrenimini Bakü Devlet Üniversitesi Filoloji Fakültesinde tamamladı. Üniversitede asistan, doktor, doçent ve profesör olarak çalıştı. Azerbaycan Millî İlimler Akademisi üyeliği görevinde bulundu. Sovyetler Birliği döneminde Azerbaycan Parlamentosu’nda milletvekilliği yaptı. 1975 yılında Azerbaycan Devlet Mükâfatı’na layık görüldü. Şiirleri Sovyetler Birliği’ndeki birçok dile ve birçok Türk lehçesine, ayrıca Almancaya, Fransızca’ya, Farsçaya çevrilerek kitap halinde yayımlandı. 2002 yılında Benim Garibim adlı şiir kitabı ile Romanya Kültür Bakanlığı tarafından Komodor Madalyası ödülüne layık görüldü. Şiirin yanında uzun manzumeler veya manzum hikâyeler (poema) ve tiyatro eserleri yazdı, çeşitli çeviriler yaptı. Birçok şarkı güftesi yazdı ve bunların çoğu bestelendi. Türkiye’de daha çok Varlık dergisinde yayımlanan ve Fuzulî hakkındaki eleştirilere yanıt niteliği taşıyan “Yel Kaya’dan Ne Aparır?” başlıklı yazısıyla tanındı.

ERMENİ ŞAİR VE YAZARLARIN TÜRKÇE ESERLERİ

 “… başka halkların aşıkları ve şairleri de bu dilde (Türk dili) ölmez eserler yaratmışlar. XIII-XIV. asırlardan beri onlarca Ermeni şairi ve aşığı bizim dilde şiir yazıp divan bağlamışlar. Frik ve Bluz Hovanes (XIII. asır), Tilkuransi (XIV. asır), Bağişesi (XV. asır) Türk dilinde, lakin Ermeni harfleriyle yazılmış güzel şiir parçaları bırakıp gitmişler.

XVI. asırda Vanlı Kuçak (Nahapet Kuçak), XVII. asırda Kul Arzuin, XIII asırda Sayat Nova, Miran, Bağıroğlu, Emiroğlu, Kul Egaz, Turab Dede, Şamcı Melko, Küçük Nova, Artem, Harutyun Begum, XIX asırda Keşişoğlu, Doni, Kasapoğlu, Zerger (1824-1874), Dellek Murat, Şirin (Hovanes Karapetyan) (1827-1856), Miskin Bürci (1810-1847), Mahubi Kevork (1827-1927), Çerkezoğlu (1763-1845), Turinç (1790-1875), Artunoğlu (1789-1845), Kamil (Bagdasar) (1803-1932), Bedel (1810-1850), Ezber Adam (1816-1846), Bünyadoğlu (1818-?), Nirani (1822-?) Cahil oğlan (1820-1850), Kenha (1820-1886), Hallaçoğlu (1839-1919), Majif (1825-1902), Serdaroğlu (1830-1896), Sazayi (1848-1916), Gerdişi (1857-1909) ve saire. Bunlardan başka, yaşadıkları yılları dakik olarak bilmediğimiz Yetimoğlan, Babacan, Mahçubi, Miskin Stepan, Voskanoğlu, Gayretli, Talaloğlu, Gitçi Tuttos, Zülaloğlu, Melul v.s. Ermeni aşıkları Türk dilinde yazmışlardır. Bu gelenek Aşık Avak, Aşık Vartan gibi halk sanatçılarıyla Sovyet hakimiyeti döneminde de devam ettirilmiştir.

Türk dilinde yazdıkları için bu sanatçıların birçoğu, görüldüğü gibi, kendilerine Türk adları almışlardır.

Aşık Doni, Aşık Tatevos, Stepanos Yerest gibi aşıklar ise birçok koşmalarını yarı Ermeni yarı Türk dilinde yazmışlardır. Ermeni folklorcusu G. Tarverdiyan 400 kadar Ermeni aşığının eserlerini topladığını yazıyor ve diyor ki, “bunlardan yalnız 20-25’i Ermenice, diğerleri Türkçe yazmıştır.”
Bakınız: Ermeni Aşıkları, 1. Cilt, Erivan, 1937, Sayfa 19. (Bundan sonra verilen bütün Ermeni kaynakları Ermenicedir).

Ermeni aşık ve şairlerinin Türk dilinde yazıp yaratmalarının nedenini herkes farklı açıklıyor. Meşhur Ermeni tarihçisi Leo daha doğru noktada durarak, bunu Türk dilinin zenginliğinde, akıcılığında, ahenkliliğinde, düzgünlüğünde görüyor. O şöyle yazıyor:

“Aşıklar için masallarda, şarkılarda tasvir olunan hayatı ifade etmek için Türk dili Ermeni dilinden daha akıcı, ahenkli, daha ifadeli ve zengindir.
Bakınız: Leo, Ermeni Tarihi, 3. Cilt, Erivan, 1946, Sayfa 1072.

Çok ilginç bir durumdur ki, Ermenice yazan aşıklar da Türk şiir veznini (hece vezni – yedilik, sekizlik, onbirlik, ondörtlük, onbeşlik v.s.) ve biçimlerini (koşma, geraylı, dübeyt, muhammes v.s.) kabul etmişler. Ayrıca çok eski zamanlarda eski Ermeni dili Grabarda (Grabar = Eski Ermenice – ç.n.) kafiyeli sözler olmadığından, sonraları halk ustaları sözlerin sonundaki kafiyeyi iyi bildikleri komşu Türk dilinden alıyorlardı. M. X. Abeğyan şöyle yazıyor:

“Klasik grabarda (eski Ermenicede) hayreni (bayatı-mani) kafiyesiz yazılıyordu. Çünkü bizim dilimiz kafiye bakımından yoksuldur, dilimizde kafiyeli sözler azdır. Şifahi halk yaratıcılığında kafiye, XI-XII. yüzyıldan sonra oluşmaya başladı. Halk türkülerini yaratanlar, kafiye için onların bildiği Türk diline başvuruyorlardı.”
Bakınız: M. X. Abeğyan, Halk Gusanlarının (Aşıklarının) Şarkıları, Erivan, 1940, Sayfa 19.

Şiir biçimlerini başka halklardan almak ve ayrı dilde bu biçimlerde şiir yazmak mümkündür. Ancak vezin almak zor meseledir. Çünkü her halkın dili, o dilin doğasına ve kuruluşuna uygun vezni yaratıyor. Bizim kendi vezinlerimiz olan hece vezni Türk dilli halkların dilindeki ünlü (sesli) ve ünsüz (sessiz) seslerin söz içindeki kuruluşundan ve dizilişinden doğmuştur. Bu kuruluşa ve dizilişe uygun gelmeyen dil, hece veznini kabul edemez. Böyle olduğu halde, peki nasıl olmuş da Ermeni dilinde de hece vezniyle şiir yazabilmişler? Eski Ermeni dili grabarla, yeni Ermeni dili aşharabarın kuruluşu arasındaki farkı ve bunun nedenini 50 yıl arayan Ermeni alimi, Ermeni dilinin büyük uzmanı profesör H. Acaryan bu konuda şöyle diyor: “Ermeni dilinin strüktüründeki değişiklik neden türemiştir? Niye Ermeni dilinin yapısına, kuruluşuna göre kendi kapsamında olan ve onu işgal eden dillere – Latinceye, Yunancaya, Fransızcaya, Arapçaya, Asuriceye ve hatta Kürtçenin strüktürüne, kuruluşuna uygun olduğu halde, birdenbire bunlardan uzaklaşıyor, Türk-Tatar dillerinin strüktürüne uyum sağlıyor? Bu benzerlik tesadüfi midir? Ermeni dilinin yapısının, kuruluşunun değişmesinin nedeni nedir?”
Bakınız: Ermeni Dilinin Tarihi, 11. Bölüm, Erivan, 1951, sayfa 191.

Nedeni açık değil mi? Kuruluşça Latin, Yunan, Fransız, Arap ve Kürt dilleri grubuna dahil olan Ermeni dili, komşusu Türk dillerinin etkisine maruz kalmış ve kendi strüktürünü değişmiştir. Bu uyum sağlamanın sonucudur ki, Ermeni şair ve aşıkları Türk dilinin doğasından ve kuruluşundan doğan hece veznini de kabul etmişlerdir. Buradan daha önce dediğimiz bir meselenin daha tutarlı onayı da meydana çıkıyor. Malumdur ki, bu dilin başka bir dilin strüktürüne uyum sağlaması 50-100 yılın işi olamaz. Bu değişiklik için yüzyıllar – en az 500-1000 yıl gereklidir. Eski Ermeni dilindeki Türk etkisi ise MS VII. yüzyılda kendisini göstermeye başlıyor. Ermeni dilindeki bu değişiklik, Türkdilli halkın bu topraklarda daha eski zamanlardan beri yaşadığının açık kanıtıdır.

Dil, vezin ve biçimi kabul eden Ermeni sanatçıları Ermenice yazdıkları şiirlerini de bizim aşık havaları tarzında okuduklarından, vezin ve biçim ile birlikte bu vezin ve biçimden doğan müziği de kabul etmek durumunda kalmışlardır. Gittikçe bu müziği de özümsemişlerdir. G. Levonyan’ın Azerbaycan şiirinin Ermeni halkı arasında geniş yayılmasının esas nedenini güzel müziğimizde görmesi tesadüf değil.
Bakınız: G. Levonyan. Eserleri, Erivan, 1963, S 35.

Bence G. Levonyan’ın dediği asıl neden değil, nedenlerden biridir. Çünkü, önce söz, sonra o sözün üzerinde şarkı yaratılıyor. Acaryan’ın dediği gibi, Ermeni dilinin doğası, kuruluşu, Azerbaycan dilinin doğası ve kuruluşuna uygun olmasaydı, Azerbaycan vezinleri Ermeni dilinin doğasına, ruhuna uymaz, bu dilde yedilik, onbirlik, ondörtlük v.s. ölçülerde şiir yaratmak mümkün olmazdı. Bu bir gerçektir ki, bizim öz veznimiz olan hece vezni, yalnız Türkdilli halklara aittir. Bu vezni Türkdilli halklardan başka yalnızca Ermeni şiirinde görmek mümkündür. Bu aynılığı müzikten önce dil etkisinde aramak gerekir. Çünkü dil vezni, vezin de müziği yaratıyor.

Azerbaycan halk havaları ile okumak için hem Ermenice, hem de Azerbaycanca türküler yaratan Ermeni aşıklarından Baydzare, “Bağçada güller”, “Yar bize qonaq gelecek”, “Keremi” adlı Azerbaycan havalarına uygun Ermenice şiirler yazmıştır.
Bakınız: Aşık Baydzare’nin Varşam Trdatyan Şarkıları, 1 cilt, Tiflis, 1895.

Qarakin Levonyan şöyle yazıyor: “Türklerle yan yana yaşayan Ermeni aşıkları kendi adlarını Türk adlarından almış, şarkılarını ise eski Asya havalarında okumak için Türk havalarına uygun hale getirmişlerdir.”

Büyük Ermeni yazarı X. Abovyan ise şöyle yazıyor: “Çok konuk gittiğim, ya da kentte dolaştığım zamanlarda halkın konuşurken, eğlenirken nelerden daha çok haz aldığına dikkat ederdim. Defalarca görüyordum ki, meydanda, sokakta insanlar durup bir kör aşığı hayran hayran dinliyor, para veriyor, ağızlarının suyu akıyordu. Mecliste ve düğünde sazsız sözsüz hiç yemek yenir miydi? Söyledikleri Türkçeydi…”
Bakınız: X. Abovyan. Seçilmiş Eserleri, 1. Cilt, sayfa 9.

Tarihin en eski devirlerinde yan yana yaşamış olan Ermeniler ve Türkler, her zaman birbirine arka çıkmış ve yardım etmişlerdir. XVIII. yüzyılda Ermeni ve Türk, bu iki kardeş halkın arasına fitne fesat sokanlara karşı karşılıklı anlaşma imzalamışlardı. Örneğin, Gence’nin 80 mahallesinde yaşayan Azerbaycan halkının sözleşmesinde şöyle deniliyor: “Bu veya başka yerde Ermenilere zarar verilmesine izin vermeyeceğiz. Onlar her bakımdan emin ve rahat olsunlar… Bunun için birlikte ant içtik, birlikte söz verdik, bizim andımız, şartımız, sözümüz taşa kazınmış gibi daimdir.”
Ermeni-Fars İlişkileri Hakkında, Erivan, 1927, s 88.

Halk her zaman böyle düşünmüş ve bu kardeşliği sonuna kadar sürdürmeye çalışmıştır. Ancak bazen kendini halkının “büyük vatanseveri” olarak tanıtan müsveddeler, vatanseverlik maskesi altına saklanıp iki halkın arasını bozmaya çalışıyor, araya düşmanlık tohumu ekiyorlar. Bu tiplerden biri yalan ve uydurmalarla dolu “Ocak” adlı kitabın yazarı, adının da, soyadının da kökü dilimizden gelen Zori Balayan’dır (zor-bala). Her devirde böyleleri bulunur.

Mikayel Nalbandian

Büyük Ermeni yazarı, devrimci demokratı M. Nalbandyan bir zamanlar bir makalesinde böyle yalancı vatanseverlerin canlı resmini çok güzel çekmiştir: “O, yaklaşık olarak 40 yaşındadır… Muhtelif kitaplar okumaya heves gösteriyor. O, her zaman kendini vatansever saymış ve şimdi de vatansever sayıyor. Niye saymasın ki! Kendini vatansever saymak, ya da başkalarının gözünde vatansever olarak görünmek çok zor bir iş midir? Ben bunu başka halklar hakkında değil, sadece bizim Ermeniler hakkında diyorum. Çünkü başka halklarda vatansever olarak ünlenmek ne kadar zorsa, bizim halkta bir o kadar kolaydır. Niçin? Çünkü orada burada bir iki gürültülü ibare işitince köşesine çekilip kendini vatansever saymaya başlıyor; o kendi halkına hoş isteklerle yöneliyor… O, milletini övüyor, milletin kusurlarını başkalarından gizliyor. Güya o, Ermeni halkını öyle çok seviyor ki, bu halkın kusurlarını ortaya çıkaranlara nefret besliyor, iftira ve küfürle onlardan intikam alıyor ve… daha ne istiyorsunuz- sürgünde ömrü sona eren ve her şeyinden mahrum olan bir zavallının yabancı diyardaki mezarını kutsallaştırıyor.

İşte böyle bir insan -ah, acı gerçek- avam kitlenin gözünde saygınlık kazanıyor. O, karnını şişirip bıyıklarını burarak bizden saygı bekliyor.

Uzak ol bizden hayasız ahmak, çekil gözümüzün önünden yalancı ve şerefsiz insan, biz senin fırıldaklarını, fitne fesatlarını biliyoruz.”
M.
Nalbandyan, Ölülerin Sorgusu, Seçilmiş Felsefi, Toplumsal, Siyasi Eserleri, M., 1954, s 182-183.

Çok büyük vatandaşlık cesareti, sorumluluk duygusu ve idrakle söylenmiş bu sözlerin yazıldığı zamandan bu yana 1 asırdan fazla bir zaman geçmiştir. Onun yazarı tahsilce ve uzmanlığı nedeniyle tıp doktoruydu, bilgili ve yetenekli doktor Moskova Üniversitesi mezunu M. Nalbandyan, aynı zamanda toplumsal-siyasi ve tarihi-ahlaki hastalıkları gören, muayene ve tedavi etmeye çalışan hekim, gazeteci, yazardı. Onun yazdıklarını okuyunca hayret ediyor ve düşünüyorum; Mihail Nalbandyan’ın gördüğü, kamçıladığı, ifşa ve nefret ettiği “yalancı ve şerefsiz” insanlar, “iftira ve küfürle” kendine “vatansever” adı kazandırmaya çalışanlar, “karnını şişirip bıyıklarını burup… saygı görmeye cesaret eden” maceracılar nasıl oldu da bizim zamanımıza kadar da gelip çıktılar! Hem de böylelerinin içerisinde ne kadar şaşırtıcı görünse de hekim, gazeteci, yazar ve hatta emektar spor ustası da var. Böyleleri sanıyor ki, halkların ve milletlerin tarihi akına-karasına bakmadan tahrif edilebilir, kendi maceracı eğilimleri ve fantezilerine uygun şekilde yazılabilir de, yayımlanabilir de. Acınası olan da birilerinin himayesiyle cezasız kalmaktır. Lakin böyleleri önünde sonunda kör yalancının oğlu gibi bednam (kötü ünlü) olacak, tarihin çöplüğüne atılacaktır. Bununla ilgili bir ibretamiz olguyu okurların nazarına sunuyorum. 1971 yılında bilimsel dergilerin birinde ünlü Sovyet alimi akademisyen İ. Piotrovski’nin “Yayın kuruluna mektup”u yayımlanmıştır. Onu dikkatle okudum. Beni o kadar etkiledi ki, fotokopisini çektirdim, yazı masamın üstüne koydum. Ne kadar derin ve tutarlı mektuplar. Bilimsel dürüstlüğün, dakiklik ve sorumluluğun bariz örneğidir. Onu okumayı tarihle meşgul olan herkese öneriyorum. Neyin sohbetini yapıyoruz, neyi konuşuyoruz? 60’lı yıllarda Ermenistan Bilimler Akademisi yayınlarında, bir dizi kitlesel yayın organlarında sansasyonel yazılar ve bilgiler yayımlanıyordu, ki güya Cumhuriyet arazisinde Milattan önce XIX-XVIII. asırlara ait Hayas hiyeroglif yazısı ortaya çıkarılmıştır, hatta aynı döneme ait sikke bile bulunmuştur. Hemen bu yazıları “okuyanlar” da ortaya çıktı. Onların içeriği “açıldı”. Hatta bu “keşif” hakkında yabancı basında yazılar yazıldı. Akademisyen İ. Piotrovski mektubunda bütün bu gürültünün asılsız olduğunu, hiçbir bilimsel delil ve olguyla ispatlanmadığını gösteriyor. Sovyet, Ermenistan Doğubilimcileri ve alim-uzmanlarının görüşlerine dayanarak yazar diyor ki, Metsomar yazıları hakkında asıl gerçek şudur; öncelikle o yazılar Milattan önce XIX. yüzyıla ait değil, Milattan sonra XIX. yüzyıla aittir. İkincisi, bulunan Hayas yazısı değil, Kufi hat sanatıyla yazılmış Azerbaycan sözleridir, önceleri Metsomar yaylasına yerleşmiş olan Azerbaycanlı Zeyve köyü sakinlerine aittir. (Kûfi, Küfi veya Kufi, Arap yazısının düz ve köşeli çizgilerle yazılan eski bir biçimi veya İslamiyetin ilk yüzyıllarında “Nebati alfabesi”nin değişmesiyle oluşan; dik, sert, köşeli bir yazı türü olarak tanımlanır. Arapça hat sanatında yaygın olarak kullanılan bir yazı türüdür.) Sözde yeni yazı keşifçileri, Arap alfabesiyle yazılmış sözleri sağdan sola okumak yerine, soldan sağa okumuş, bazı düzeltmeler yapmış ve gerçekle bir ilgisi olmayan fantastik uydurmalarla eklemeler yapmışlardır. Kaldı ki, XII-XIII. yüzyıla ait sikkeler de Azerbaycan Atabeyleri’nin sikkeleriymiş.
Bakınız: Akademisyen Nauk Armyaniskoy SSC İstoriko-Filologiçeskiy Jurnal, 3 (54), Erivan, 1971, sayfa 302-303.

Azerbaycan ve Ermeni halkları her zaman komşu olmuş, aralarını bozmaya çalışanlara karşı gereken yanıtı vermişlerdir. Bu açıdan Azerbaycan ve Ermeni dillerinde yayımlanan “Davet/Koç” adlı Bolşevik gazetesinin 1906 yılının 4. sayısında Ermeni şairi Suren Hakverdiyan’ın “Aşk” başlıklı şiiri çok ilginçtir. Ermeni şairinin Azerbaycanca yazdığı, gazetede Ermeni harfleriyle yayımlanan şiiri suçsuz kurbanların katliamına karşı çıkıyor, iki kardeş milleti barışa, dostluğa çağırıyor:

İster isek bizler iyi gün görelim,
Gerektir ki, yürek yüreğe verelim.
İster isek kurtulalım beladan,
Sizlik bizlik gerek kalksın ortadan.

Gel kardeşim dost olalım,
Her hatadan kurtulalım.
Kardeşlikle geçirilen
Günleri hatırlayalım.

Şair araya düşmanlık girmeden önceki dostluk, kardeşlik günlerini hatırlamayı, yani o günlere dönmeyi, o günlerdeki gibi olmayı tavsiye ediyor. İlginçtir ki, Celil Memmedquluzade de “Kamança (kabak kemane)” piyesinde Ermeni ozanın çaldığı segahın etkisiyle eski günleri hatırlayarak diyor ki:

-Öyle çalıyor ki, geçen günleri getirip insanın önüne bırakıyor.

Kahraman yüzbaşı ozana:

-Hey Ermeni, çabuk kamançanı (kabak kemaneni) de al git buradan, yoksa babamın mezarına yemin olsun, bu arkadaşlarımın başına and olsun, şimdi seni de öldürürüm, kendimi de öldürürüm.”

Niye? Çünkü her iki halkın müzik aleti olan kamança (kabak kemane) yanık sesiyle, geçen günleri, iki halkın birbirine can deyip can işittiği günleri, Kahraman yüzbaşının dediği gibi, getirip bıraktı onun gözlerinin önüne. Kahraman yüzbaşı geçen günlerin tatlı hatırasına saygısızlık edemiyor. Burada o, hem kendini, hem de Ermeni halkının temsilcisi Ozanı suçlu sayıyor. Bu nedenle de Ermeniye, “seni öldürürüm” demiyor, “kendimi de öldürürüm, seni de” diyor. Bıçağı elinden düşüyor, esir Ozanı serbest bırakıyor.

Evet, tarih de, görkemli yazarlarımız da böyle diyor.

Bahtiyar Vahabzade – Gelin Açıq Danışaq (Gelin Açık Konuşalım)

Azərbaycan Dövlət Nəşriyyatı. 1989. Sayfa 46-52.

Bahtiyar Vahabzade’nin mezarı

PAYLAŞMANIZ İÇİN