Fakir Baykurt şöyle diyordu: “Kadir kıymet bilmez bir memleketten geliyoruz. Ülkemizde yazarların çoğu yetim gibidir, ilgi göstereni yoktur. Devletimiz ilgilenmiyor. Bizim burada olanaklarımız var, çağıralım bir kaçını, gelsinler buraları görsünler, evlerimizde ağırlayalım; nasıl yaşadığımızı görsünler.”
HALİT ÜNAL
Bana kalırsa bizim toplumumuzda, diğer ülkelerden farklı olarak, aydın olmanın getirdiği sorumluluklar var. Bu sorumluluk duygusu aydın dediğimiz insanın karakteriyle bire bir ilgili olduğu gibi, toplumumuzun beklentileriyle de ilgili olsa gerek.
Aydınlarımız kendilerini -yazar, ressam, tiyatrocu vb.- topluma karşı borçlu hissederler.
Açık söylemem gerekirse, toplumumuzun azımsanmayacak bir kesiminin okumaya, öğrenmeye, düşünmeye ve fikir edinmeye karşı olan çekingenliğinin, çoğu şeyi başkalarından bekleme alışkanlığının bunda büyük etkisi vardır diye düşünüyorum.
Örneğin burada, Almanya’da bir yazar öncelikle kendi işine yoğunlaşır. Toplumsal sorunlara duyarsızdır demek istemiyorum. Çözüm hususunda aktif rol almak istemez. O iş, o alanın uzmanlarının işidir, der ve sorunların çözümünü uzmanlarına bırakır. Ve doğrusu da budur, diye düşünüyorum.
Bizim toplumumuz aydınından her şeyi bilmesini ister, her sorunu çözmesini bekler. Durum böyle olunca, biz de asıl işimiz olan yazarlığımızın yanı sıra toplumsal sorunlara çözüm armaya soyunuruz. Kötü mü yaparız? Hayır.
Çok şey bilmek zorunda mıyız
Hiç unutmam…
Almanya’ya geleli bir-iki hafta olmuştu. Haftanın iki günü koltuğumda kitaplar trenle Bielefeld’e Almanca kursuna gidiyordum. İstasyon binasına doğru yürürken, kıyafetinden Türk olduğu besbelli, orta yaşlı bir adamın gözlerini koltuğumun altındaki kitaplara dikmiş, gelişimi izlediğini gördüm. O yıllarda bizim yurttaşlar “Bahnhof” (tren istasyonu) önlerinde buluşurlardı. İstasyon binasının girişinde yanıma yaklaştı, “Türk müsün?” diye sordu. “Evet, Türküm” dememe kalmadı, nereli olduğumu, hangi fabrikada çalıştığım sorularını yapıştırıverdi.
“Sivaslıyım, öğrenciyim, dedim, Bielefeld’e kursa gidiyorum.”
“Ben de Sivaslıyım gardaş” demesiyle birlikte elini ceketinin koyun cebine soktu bir tomar kağıt çıkarttı. “Burda ne yazıyor gardaş, bir baksana, n’olur”, dedi.
“Abiciğim ben Almanya’ya yeni geldim, Almancam yok”, dedimse de inandıramadım. Adam bana ağzına geleni söyledi, “öğrenciyim diyon, Almanca bilmiyorum diyon. Sivaslıymış bok yiyen!..”
Ne diyeceğimi şaşırdım, memleketin acemisiyim, cevap versem bir türlü, vermesem bir türlü. Dalaşsam treni kaçıracağım.
Bir şekilde adamdan yakamı kurtardım, yürüdüm gittim.
Demem o ki, adının başında yazar, gazeteci, doktor vb. sıfat olan herkes; toplumumuzda bir başka gözle görülür. Yazarsınızdır, bir yerde edebiyat söyleşisi yapıyor, öykünüzü, şiirinizi okuyorsunuzdur. Okumanız biter, dinleyici size edebiyatla ilgili tek soru sormaz. Memleketin hallerini sorar. Yahu kardeşim ben politikacı değilim, deseniz, adam kızar. Bu da hiçbir şey bilmiyor, sittir et der.
İşte bu nedenle bizim aydınlarımız, yazar-çizerlerimiz de toplumumuzun beklentileri karşısında çok şey bilmek zorundadır ve de bilir; sorumluluk almaktan da kaçmaz. Bazı şeyleri kendisine BORÇ bilir. Ama toplumumuz da aydınlarının değerini, onlara borçlu olduğunu bilmez.
Kalabalıklar önünde öykülerini okumaya kalbi dayanamayan yazar
İşte bu nedenledir ki, Fakir Baykurt şöyle diyordu: “Kadir kıymet bilmez bir memleketten geliyoruz. Ülkemizde yazarların çoğu yetim gibidir, ilgi göstereni yoktur. Devletimiz ilgilenmiyor. Bizim burada olanaklarımız var, çağıralım bir kaçını, gelsinler buraları görsünler, evlerimizde ağırlayalım; nasıl yaşadığımızı görsünler.”
Antalya’dan davet ettiğimiz Yörük yazar Duran Yılmaz, Kemal Yalçın’ın evinde kalp krizinden öldüğünde Şair Salih Mercanoğlu bana, “dayanamadı Halitciğim, hayatında ilk kez yurtdışına çıkmıştı, hayatında ilk kez kalabalıklar önünde öykülerini okuyordu, yüreği dayanamadı, sevincinden öldü.”, demişti… Bu sözlerden sonra Fakir Baykurt’u anlayamamak günahların en büyüğüdür.
Ama… “Sadece Türkiye’den değil”, diyordu Fakir Baykurt, “SSCB’den de misafir çağıralım. Moskova’da Lenin Kütüphanesinde bir Türk Edebiyatı bölümü vardır. Orada Türkçeden Rusçaya çevrilmiş binlerce kitap bulunur. Yazarlarımızın kitaplarını çeviren Türkologlar var, çevirileriyle Türk edebiyatına hizmetleri büyüktür. Onları da çağıralım, ödüllendirelim. Devletimiz umursamıyor böyle insanları, biz yapalım bu görevi. Bizden de arkadaşlar gitsinler oraya, oraları görsünler.”
Burada Fakir Baykurt’u saygı ve rahmetle anarken, AuL’i unutmamak gerekiyor. Toplantılarımızın, davet ettiğimiz konuklarımızın ve sözünü ettiğimiz çalışmaların masraflarının tümü AuL tarafından karşılanıyordu.
“Kardaşlarımız gelmiş…”
1988 yılının başlarında, toplantılarımız alışılmış düzeninde devam ederken, Fakir Baykurt’un aracılığıyla SSCB Yazarlar Birliği’ne bir mektup yazdık. Mektubumuzu Fakir Baykurt kaleme aldı ve altını imzaladı. Grubumuzu tanıttık, dileğimizi ilettik. Bir zaman sonra mektubumuzun yanıtı geldi; bizimle çalışmaktan hoşnut olacaklarını, SSCB ile bir sözleşmenin yapılmasının zorunlu olduğunu ve bunun için bir veya iki kişinin Moskova’ya gelmesi gerektiğini bildiriyorlardı. Biz Fakir Baykurt’u düşünüyorduk. Kabul etmedi, beni önerdi. “Madem iki kişi diyorlar, yanına gruptan bir arkadaş al, beraber gidin”, dedi.
İlk görüşmeleri yapmak üzere ben ve Ali Özenç Çağlar Moskova’ya uçtuk. Bizi havalimanında VİP salonunda Türkolog Natalya veöğrencisi İvan, kardeş sıcaklığı ile karşıladılar. Altımıza şoförüyle birlikte özel bir otomobil verdiler, cebimize harçlık koydular ve bizi on beş gün Moskova’da misafir ettiler. Tiyatroya (Bolşoy), Operaya, Gorki Müzesine, Resim sergilerine gittik. Yazarlar Birliği Binasında Türk Sovyetlerinden yazarlarla tanıştık, Azerbaycan Sefarethanesine davet edildik; “kardaşlarımız gelmiş” dediler. Başta Vera olmak üzere daha nice yazar ve Türkolog ile tanıştık, evlerinde misafir olduk; Rus yazar Radi Fiş’i evinde ziyaret ettik, Rusya Bilimler Akademisi hocası Türkolog Prof. Svetlana Uturgauri’nin evinde Ekber Babayev’in hayat arkadaşı ile tanıştık. Fakir Baykurt’un “İki Vera”, diye sözettiği Nâzım Hikmet’in son eşi Vera Tulyakova Hikmet ve Türkolog Vera Feonova bizi hiç yalnız bırakmadılar. Nâzım Hikmet’in evinde sohbetler ettik, çalışma odasını gördük, mezarını ziyaret ettik.(Bu görüşme ve tanışmalarımızın bir kısmını kayıt altına aldım.) Karşılıklı yazar ziyaretleri için gerekli olan sözleşmenin ön hazırlıklarını tamamladıktan sonra Almanya’ya döndük. Sözleşmenin imzalanmasını Fakir Baykurt’a bıraktık.
Sovyetler Birliği Yazarlar Birliği ile karşılıklı ziyaretlerimiz böylece başlamış oluyordu.
Yine Fakir Baykurt’un önerisiyle davet edeceğimiz konuklardan biri yazar ve diğeri de mutlaka bir Türkolog olacak ve en az on beş gün evlerimizde misafir edileceklerdi.