Atatürk ve Müzik Anlayışı

Türküler sürer gider ancak sanatçılar Atatürk’ü çok da sıkmak istemediklerinden müziği sonlandırmak isterler. Atatürk hemen söz alarak: “Neden sustunuz, sürdürelim, hepsi birbirinden güzel; bilmem ilk etkiden midir, ilk okunan türkü beni [Nevruz divanı] hepsinden çok sardı” deyince…

 

AV. CEM BAYINDIR

Atatürk’ün Elazığ’ı ziyaret ettiği tarih 17 Kasım 1937. O günü anımsatmak adına kentin doksan bir yıllık Turan gazetesi için bir yazı hazırlarken, Atatürk’ün Elazığ Halkevinde düzenlenen baloda Harput türkülerini hayranlıkla dinlediğini okuduğumda Cumhuriyet’in önem verdiği bir alanın da müzik olduğuna emin oldum.

17 Kasım 1937 akşamı baloda, asıl mesleği din görevlisi olan Hafız Osman Öge’nin okuduğu:
Aş yedim dilim yandı
Köz düştü kilim yandı
Ben kilimi kayırmam
Bahçede gülüm yandı”

türküsünde Atatürk yanındaki Fazıl Ahmet Aykaç‘a dönerek, “Ne güzel bir türkü, işte size iki güzel sözcük: ‘Aş’ ve ‘kayırmak’; Öz Türkçe bu sözcüklerin söyleniş biçimine dikkat ediniz” der. 

Türküler sürer gider ancak sanatçılar Atatürk’ü çok da sıkmak istemediklerinden müziği sonlandırmak isterler. Atatürk hemen söz alarak:
“Neden sustunuz, sürdürelim, hepsi birbirinden güzel; bilmem ilk etkiden midir, ilk okunan türkü beni [nevruz divanı] hepsinden çok sardı” deyince müzik geç saatlere değin sürer gider. Yerel sanatçı Kore’nin oğlu Mehmet Akar, Harputlu Rıfat Dede’nin çok ünlü gazeline başlar:

“Ben şehidi-i badeyim dostlar beni yâd eyleyin
Türbemi meyhane enkazıyle bünyad eyleyin
Gaslolunmaz ma ile gerçi şehidanı vega
Yıkayın meyle beni bir mezheb icad eyleyin”

O sırada Şükrü Canaydın‘ın klarnetindeki ezgiler, Atatürk’ün dikkatini kamçılar, dirseğini masaya, elini yüzüne dayayarak sanatçılara döner ve dalar gider. Mehmet Akar, divanın ikinci perdesine geçerken, yapıtı can kulağıyla dinleyen Atatürk ansızın gözlerini tavanda gezdirdikten sonra başını eğip önündeki kadehten bir yudum alır. Divanın okunuşu bittikten sonra, Atatürk yerinden kalkarak okuyucuların masasına yürür:

“Kalkmayın, oturun” der, “Bunlar, özellikle az önceki Nevruz makamı öz Türk makamları, kimdir bunları besteleyenler?” sorusuna sanatçılar “Bilmiyoruz Paşam, biz bunları babalarımızdan dedelerimizden öğrendik” yanıtını alır.

Neyzen Burhanettin Ökte’nin anılarında da yukarıdaki gazeli de sayarak, Atatürk’ün gazel ve türkülerden “Ben şehid-i badeyem dostlar demim yâd eyleyin”, “Yeter artık çeker oldum şu cihanın gamını”, “Yarab ne eksilirdi derya-yı izzetinden”, rast makamı şarkılardan “Nihansın dideden”, nihavend makamından da “Olsa da muhabbetle hakikat mi olur” ve “Aşk ateşi sinemde yine şule feşandır” gibi şarkıları çok sevdiği hatta arada da söylediği belirtilir.

Çankaya’daki müzikli gecelerin sanatçıları arasında kimler yoktur ki: Müzeyyen Senar, Necati Tokyay, Şükrü Tunar, Nubar Tekyay, Selahattin Pınar, Kemal Niyazi Seyhun, Yorgo Bacanos, Aleko Bacanos, Sadettin Kaynak, Safiye Ayla, Celal Güzelses, Münir Nurettin Selçuk, Fahri Kayahan ve niceleri Atatürk’ün konuğu olmuşlardır.

14 Ekim 1925’te İzmir Kız Öğretmen Okulu’nda bir öğrencinin, “Hayatta musiki lazım mıdır?” sorusuna verdiği yanıt Atatürk’ün ve yeni cumhuriyetin müziğe verdiği önemin kanıtıdır:

Hayatta musiki lazım değildir, çünkü hayat musikidir. Musiki ile alakası olmayan mahlûkat insan değildir. Eğer mevzubahis olan hayat insan hayatı ise musiki behemehâl vardır. Musikisiz hayat zaten olamaz. Musiki hayatın neşesi, ruhu, süruru ve her şeyidir. Yalnız musikinin nev’i, şayan-ı mütalaadır.”

Falih Rıfkı Atay da Çankaya kitabında Atatürk’ün müziğe ilgisini şu ilginç sözlerle anlatır: Mustafa Kemal Suriye’de görevliyken bir akşam evine dönüşte sokağın birinden müzik sesleri duyar. Camlar kâğıtlarla kaplı olduğu için içeri girer. İtalyan demiryolu işçileri mandolin çalıp müzik eşliğinde şarkılar söylemektedirler. Derin bir gıpta ile bakar onlara. Hayat bu kâğıtla örtülü pencerenin ardında diye düşünür. Sonraki günler bir işçi kıyafeti bulup ara sıra aralarına katılıp eğlenir.

Opera binaları kurulmasını, operalar söylenmesini ve Türk müziğinin Batı müziği ile birlikte geliştirilmesini isteyen Atatürk, bu nedenle, Viyana’da Reinhard Scoule’yi yöneten Max Reinhard’ı ve Paul Hindemith’i davet etmiş, sanatçılar da yaptıkları araştırmalar sonucunda Atatürk’e raporlar sunmuşlardır. Örneğin, Reinhard’ın raporunda, Türk halkının dünyanın en eski kültür milletlerinden olduğu, özel bir müzik zevkinin bulunduğu, bu zevkin zamanla biraz aşınmış olsa da,  Türk halk melodilerinin ileri ve üstün kıymetleriyle saray müziğinin tekdüze havasına karşın zengin kaynağını, bu işlerle ilgili herkesin anlayabileceği belirtilir. Yine raporda, her çeşit batı yapıtının temsil edileceği, bu yapıtları temsil edecek kişileri yetiştirmenin çok zor olmadığı ancak bunları dinleyecek halkın hazırlığının zor olduğundan da söz edilir. 

Atatürk, Türk halk müziğinin kayıt altına alınması için de çalışmış ve 1936 yılında dünyaca ünlü Macar müzik bilimci Béla Bartók’u Türkiye’ye davet etmiş, Bartók da kısa zamanda, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Ulvi Cemal Erkin ile birlikte, başta Osmaniye olmak üzere 14 ayrı yöreden 90 parçayı kaydetmiştir.

Müzik araçlarının da iyileştirmesine, modernleştirilmesine, gelişmesine ve yeni müzik kurumlarının açılmasında da öncülük eden Atatürk, kapatılan eski kurumların yerine çağdaş ve ulusal müzik anlayışımıza uygun, Musiki Muallim Mektebi, Riyaseti Musiki heyeti, İstanbul Belediye Konservatuvarı, Ankara Devlet Konservatuvarı, Gazi Terbiye Enstitüsü Müzik Bölümü, Askeri Müzik Okulu, Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası gibi müzik kurumlarının açılmasını sağlamıştır.

Sonradan bu kurumlara senfoni orkestraları, konservatuvarlar, üniversitelerin müzik bölümleri, operalar, güzel sanatlar fakülteleri ve liseleri de eklenmiştir.

O ana değin, ülkemizde müzik eğitimi veren yerler, Mızıka-i Hümayun ve Darülelhan’dı. Mızıka-ı Hümayun bando görünümünde iken; Darülelhan ise, Türk ve Batı müziğinin birlikte verildiği tek müzik kurumuydu.  Okullarda müzik eğitimi 1924’ten 1930 yılına kadar “Musiki” adı altında, 1930 yılından sonra ise “Müzik” dersleri adıyla verilerek zorunlu ders biçimine dönüştürülmüştür.

Müziğimizin bugünlere gelmesinde emeği olan Ulvi Cemal Erkin, Hasan Ferit Alnar, Ahmet Adnan Saygun, Necil Kazım Akses, Nurullah Şevket Taşkıran ve Afife Hanım da o dönemde devlet bursu ile müzik eğitimi için yurt dışına gönderilmişler ve Avrupa’daki eğitimini tamamlayan bu genç sanatçıların birçoğu yurda döndükten sonra unutulmaz müzikler besteledikleri gibi çeşitli müzik okullarında hocalık yapmışlardır.

Kısa süre içinde, Türk halk ezgileri derlenmiş, notaya alınmış ve yayımlanmış, bu çalışmaları seslendirmek ve yorumlamak için orkestralar ve korolar kurulmuş, Türk müziğinde yeni bir kavram olan çok seslilik kullanılmaya başlanmış, Halk ezgilerinin, Batı tekniği ile seslendirmesi için çalışmalar yapılmış, yine bu ezgiler, çağdaş tekniklerle işlenerek özgün yapıtlar bestelenmiş, ilk Türk operası “Özsoy Operası “Ahmet Adnan Saygun’ca bestelenip sahneye koyulmuş, ardından birçok Türkçe opera sahneye konulmuş, geleneksel Türk halk müziği, geleneksel Türk sanat müziği, çağdaş çok sesli Türk müziği alanlarında yüzlerce sanatçı yetişmiştir.

Atatürk, 1934 yılında TBMM’ni açış konuşmasında, “Arkadaşlar, güzel sanatların hepsinde ulus gençliğinin ne türlü ilerle­tilmesini istediğinizi bilirim. Bu yapılmaktadır, ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan Türk musikisidir” der ve ardından ha­rekete geçilerek bir müzik kurultayı toplanır, kurultayın ihtisas komisyonu şu kişiler­den oluşmaktadır: Ahmet Adnan Saygun, Cevat Memduh Altar, Ferit Alnar, Halil Bedii Yönetken, Ulvi Cemal Erkin, Necil Kâzım Akses, Ekrem Zeki Ün, Cemal Reşit Rey.

Müzik devriminde ilk yıllarda sahne sanatları ve operaya da özel önem verilerek katı bir çizgi izlenmiş, hatta 2 Kasım 1934’te İçişleri Bakanı Şükrü Kaya yayınladığı bir genelgeyle Türk müziğinin (alaturka) radyoda çalınmasını yasaklamıştır. Kısa bir zaman süren bu yasak eleştirilecek bir tutum olmakla birlikte, Atatürk’ün, Batı toplumunun sanat alanında da vardığı yere gelmenin Batının müziğini bilmekle olabileceğini düşünmesinden kaynaklanmaktadır. Kaldı ki Gazi, “Bizim gerçek müziğimiz Anadolu halkından işitilebilir” sözünü söyleyen, bizim türkülerimizin, şarkılarımızın önemini bilen, onları rahatlıkla söylediği ve Türk halk oyunlarını kolaylıkla oynadığı gibi, Batı ezgilerine de hâkim, Batı danslarını da oynayabilecek derecede müziğe ilgili bir insandır.

Özetle, müzik de dâhil Atatürk’ün tüm devrimlerinin amacı Türk toplumunu her konuda çağdaş uygarlık düzeyine ulaştırmaktır. Uygarlığa ulaşmanın ve katkının yolu da üretmek, yaratıcı olmaktır. Atatürk’ün müzikte devrimi anlatırken, “en zor devrim müzik devrimidir. Bir milletin yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir” demesi de uygarlık yolunda müziğin önemine bir değinmedir.

Görülüyor ki, Kurtuluş Savaşı sonrası, “Asıl iş şimdi başlıyor” diyen Atatürk, çağdaşlaşma yolunda, bilim, teknolojinin yanında sanatın da yüceltilmesi gerektiğine inandığından; bilim ve sanattan birinin eksik olması halinde toplumun yükselemeyeceğini bildiğinden; tiyatroda, sinemada, resimde, heykelde, balede, dansta, operada, mimaride, edebiyatta, müzikte, tümüyle bir kültür devriminin gerçekleştirilmesi için büyük çabalar harcamış ve bu alanlarda kazanımlar sağlamamıza neden olmuştur.  

 

Kaynakça:

 

PAYLAŞMANIZ İÇİN