Aşk ölmektir belki ama, ölmek yenilmek değildir!

Yalındık, içtendik, dürüsttük, gençtik, toyduk, cesurduk ve onurluyduk. Tepeden tırnağa aşk ve inanç doluyduk. Dışımız katı, içimiz yumuşak ve fazlasıyla aceleciydik. Sorularımız önemli, anlamlı ve acımasız, yanıtlarımız yanlışlarıyla doğru ve kesindi. O toz duman ortasında, her şeye karşın sesimiz insan sıcaklığıyla doluydu.

O çocuklar, o yapraklar, o şarabi eşkıyalar
onlar da olmasalar benim gayrı kimim var”

Can YÜCEL



MAHMUT AYAZ

Düşlere kanmış, düşleri kanatılmış o kırılgan ve yaralı çocuklar neredeler şimdi ve neden hep bilgece susarlar? O çocuklar, acemi ama yiğit yürekleriyle gözü kapalı sürdüler o kızıl kanatlı atlarını uçarcasına aşka doğru. Aşk ölmekti belki ama ölmek yenilmek değildi! 

Gecenin ayı kararttığı ve kanattığı bir ülkenin aşksız yüreğinden geldiler. Cesur ve acemi yüreklerindeki saf aşklarla, çocuksu gözleriyle, güzel bir ütopya vadeden umutlu elleriyle geldiler. Yüreklerinde yüzyılların ezilmişliği ve öfkesi vardı. Bütün istedikleri aşkı yaşayabilmekti. Ama bu ülkede aşklar yasaktı! Aşkı yaşayabilmek ve yaşatabilmek, büyük bir bedeli göze almak demekti. O kızıl süvariler, genç ve acemi yüreklerindeki düşler ve aşklarla bir rüzgâr gibi geçtiler bu ülkenin sokaklarından, bulvarlarından, alanlarından. Aşk ölmekti belki ama ölmek yenilmek değildi! 

Bütün istedikleri aşkı yaşamak ve yaşatmaktı. Ama bir sevgilinin tenine tenleri değmedi. Sevgilinin eline bile değmedi elleri. Sevgilinin göğüslerini okşayamayan o genç ve acemi eller, soğuk demirlerin kabzasıyla tanıştı. Gecenin ayı kararttığı, silahların gölgesinde yaşanan bir ülkede aşka yer yoktu. O acemi ve genç ömürler bunu öğrendiler ve öldü(rüldü)ler. O çocukların ardında/n kalan, yarım kalan aşklar ve kana bulanmış ve tamamlanmamış şarkılardı. “O şarabi eşkıyalar”ın ardından ne ağıtlar yakıldı, ne şiirler yazıldı. Onlardan öğrendiğimiz bir şey vardı: “Aşk örgütlenmektir bir düşünün abiler.” 
Aşk ölmekti belki ama ölmek yenilmek değildi!
Onlar “tüzüklerle çarpışarak” büyümüşlerdi ve “bir dahaki gelişte dünyaya, nehir yollarından döneceğiz” diyorlardı. Yurdum gibi güzel ve asiydiler. Ömürleriyle ödedikleri bir destan bıraktılar. Bizse aşkların kirlendiği, sevgilerin tüketildiği aşksız bir ülkede, susarak ve kanayarak özlüyoruz o çocukluğumuz olan çocukları. Düşlere kanmış, düşleri kanatılmış o kırılgan ve yaralı çocuklar neredeler şimdi ve neden hep bilgece susarlar? 

Aşkımızın tarihine kan bulaşsa da tarihsel aşkımız bitmedi Arkadaşım! Aşk; kavga, özgürlük, halk ve hayat demektir. Aşk insan demektir. 

Arkadaşlarımızın tarihsel aşkı biter mi Arkadaşım?! 

* * * 

Erdal Eren

Bir bıçak darbesiyle, bir kuşak olarak gençliğimize veda ettik. Ölerek/öldürülerek genç kalanlar da oldu. Oysa sonsuzluğa uzanan bir uzun yürüyüştü bu. Kitaplara ve aşklara inanmıştık. Güzellikler için gençliğimizden, hatta ömrümüzden geçmiştik. Kimilerinin gözünde kahraman, kimilerine göre deli, kimilerine göre de oyuncaktık. Oysa hiçbiri değildik. Güzellikler uğruna çok ağır bir bedel ödemek zorunda olan bir kuşaktık. Çirkinliklere güzel bir ütopyayla müdahale eden, etmek isteyen bir kuşaktık. Gençliğimizi eylemlere yatırdık. Gençliğimizi yanlışlarla ve yanılgılarla dolu bir aşka yatırdık. İçinde ne kadar yanlış ve yanılgı barındırsa da bizim aşkımız aşkların en güzeliydi. Ama biz aşklarımıza ulaşamadan aniden yaşlandık. Yine de onca yanlışa, bir doğruyduk biz. Bir Eylül sabahı paletlerle ezilen genç ve acemi ömürlerdik. Ama hayata karşı verilen en doğru yanıtlardık biz. Yıllarca ama yıllarca hava parçalı bulutlu, deniz mutedil dalgalı ve rüzgâr hep poyrazdan esti. Soğuk hava dalgası ise hep (nedense!) Balkanlardan geldi. Oysa bizler biraz da Prometheus’duk. Mevsimler yine normale dönecekti ve güneş yine doğacaktı bu ülkede. Diyalektiğe inanıyorduk. Geceden sonra gündüz, karanlıktan sonra aydınlık olurdu. Üstü çizilen satırlar olabilirdik, ancak daha cümleler, paragraflar bitmemişti. Söz her gün çoğalıyordu; cümleler, paragraflar, sayfalar her gün biraz daha çoğalıyordu. Yargısız infazlar, faili meçhuller ve her gün artan kan!.. Artık sadece ülkenin orası burası, kolu kanadı değil, ülkenin her tarafı kan. Vatan, millet adına, vatan, millet diyerek vatanı, milleti katlediyorlar. Biz ömrümüzü bugünlere mi yatırdık? Bir kuşak ve bir ülke bu kadar örselenir mi? Örselense de bilinç, inanç, inat, öfke ve bellek silinir mi Arkadaşım? 

O zamanlar gökyüzü bu kadar kirlenmemişti. Ay ve güneş, toprak ve su, ağaçlar ve çiçekler, aşklar ve düşler bu kadar kirlenmemişti. O zamanlar televizyon tek kanal siyah-beyaz TRT’ydi. Erol Taş’lar yoktu, bir tek Erol Taş, bir tek tecavüzcü Coşkun, bir tek baba Kadir Savun ve babacan Hulusi Kentmen vardı. O zamanlar mafya, gazinolardan haraç alan üç-beş gariban figürandan ibaretti ve çirkin kral Yılmaz Güney abimiz ve bazen de yakışıklı jön Cüneyt Arkın abimiz onların haddini bildirirdi. O zamanlar Florya’da, Fenerbahçe’de, Adalar’da, Gebze’de denize girilir, Haliç’te balık tutulurdu. O zamanlar AIDS, Amatem, Skorskiler, Kobralar, orman yakmalar, köy boşaltmalar, köylülere bok yedirmeler yoktu. Velhasıl o zamanlar görece kardeşlik kardeşlikti, dostluk dostluktu, paylaşma paylaşmaydı, dayanışma dayanışmaydı. Ve de aşkta aşktı. O zamanlar hayata ayak uyduruş değil, hayata karşı duruş, karşı koyuş vardı.

Yalındık, içtendik, dürüsttük, gençtik, toyduk, cesurduk ve onurluyduk. Tepeden tırnağa aşk ve inanç doluyduk. Dışımız katı, içimiz yumuşak ve fazlasıyla aceleciydik. Sorularımız önemli, anlamlı ve acımasız, yanıtlarımız yanlışlarıyla doğru ve kesindi. O toz duman ortasında, her şeye karşın sesimiz insan sıcaklığıyla doluydu. 
Bir gün ansızın şarkılarımız, marşlarımız, sloganlarımızla doldurduğumuz alanları, caddeleri, bulvarları tanklar ve panzerler doldurdu. Tank ve postal sesleri alanlarda, caddelerde yankılanan seslerimizi hınçla, öfkeyle, acımasızca ezdi durdu. Hava parçalı bulutlu, deniz mutedil dalgalı ve rüzgâr hep poyrazdan esiyor, ayrıca Balkanlardan (nedense hep Balkanlardan?!) soğuk hava dalgası geliyordu. İnsanların yüzleri gölgeli, gözleri öfkeli, yürekleri acılıydı. Ama korkuyorlardı. O apoletli, haki renkli otoriter ağızlar, insanların şakaklarına namluları dayayarak ve durmadan küfrederek sorular sordular, sorguladılar ve suçladılar. Ama bu soruların yanıtları yasaktı. Yanıtları yasak sorularıyla ve ateş kusan soğuk namlularıyla kendilerini efendi seçtirdiler. Sonra… sonra bütün kötülüklerini ve çirkinliklerini kurumsallaştırdılar ve diktikleri iğreti elbiseyle insanları boğup bunalttılar. 

Yaralıydık, ağzı/gözleri bantlıydık, idamlıktık, müebbettik, susturulmuştuk. Ama inatla ve inançla yeniden konuşacaktık. O günler gelmeliydi. O günler gelecekti. İyiye, doğruya ve güzele doğru yeniden ve daha bir inançla, daha bir dirençle, daha bir inatla, daha bir öfkeyle, daha bir coşkuyla, daha bir sevgiyle, düşenler ve dövüşenlerimizle yürüyecektik. 
Acının, hüznün ve susuşun dar geçitlerinden geçerek, ölü kentlerin sağır sessizliğinden geçerek, yeniden düşüyoruz düşlerimizin peşine. 

* * * 

Biz fahişe yüreklilerin yamyam bakışları altında anason kokulu dizeler yazarak, salya sümük plastik aşklar yaşamadık/yaşamıyoruz. Birileri aşklarını ve düşlerini Beyoğlu şeyhanelerinde “biz devrimi çok sevmiştik” türünden devrimsel nutuklarla tüketedursunlar, biz, “birçoklarının” kuşatması altında “devrimi gerçekten ve hep severek,” seslerimizi meyhane ve şeyhane köşelerinde değil, caddelerde ve alanlarda bırakarak, bir gidip bin gelerek gerçek aşklarımızı ve düşlerimizi taşıdık bugünlere. Bar köşelerinde şişelerin dibinde ve kadınların apış aralarında aramadık devrimi. Bizim devrim hayallerimiz bar lafazanlığı, fikir masturbasyonu, alkol ve kadın üzerine kurulu değil, toplumsal gerçekliğe dayalıydı hep ve orada yeşerdi. Geçmişi olmayanın geleceği de olmaz. “Birileri” geçmişimize küfrederken, biz, o kuduzca saldırılan geçmişimizden dersler çıkararak, geleceği kurmaya hazırlanıyoruz. 

* * * 

“Aşklar işgal altında.” Önce aşklarımız işgal edildi, sonra zihinlerimiz iğfal edildi. Daha sonra… yani öteden beri, yani şimdi, yani hep ve durmadan beynimize tecavüz ediyorlar. Yabancılaşmanın doruklarında kronik ve bunalımlı yalnızlıklar, atomize bireysellikler, bencil, fırsatçı, yırtıcı bireycilikler, parçalanmış kişilikler, taklit hayatlar, plastik aşklar dayatıyor ve yaşatıyorlar. Önce doğayı, sonra insanı kirlettiler. Barbarlık ötesi vahşet yaşıyoruz. İşte “fossmodern” yaşam bu! 
İsa’yı piç edenler ve binyıllarca bu yanılsamayla, bu aldatmacayla/mistifikasyonla insanları uyuşturup uyutarak, kendi piçliklerini ve pisliklerini yasalaştırarak ve meşrulaştırarak gizleyebilenler, şimdi iyiye, doğruya ve güzele, yani insana ve insanlığa nihai darbeyi vurmak için, aşkın ve emeğin erdemli gül bahçesini dikensiz “kül” bahçesine çevirmek için utanmazca, ahlaksızca kıçlarını apaçık ortaya sererek, sağdan ve “sol”dan, mümkün olduğunca her yandan dışkılıyorlar. 
Bilmiyorlar ki, bu gübreledikleri kendi gelecekleridir! 
Yasalar yarasaları kaç yıl koruyabildi ki Arkadaşım? 

* * * 

Murathan’ın dediği gibi, “biz büyüdük ve kirlendi dünya.” Oysa çocukluğumuzda da dünya kirliydi ama bu boyutlarda değildi. Mesela, ozon tabakası delinmemişti. Mesela, radyasyondan kimse ölmemişti. Mesela, emperyalizmin adı Yeni Dünya Düzeni ya da rafine adıyla Postmodernizm değildi. Mesela, Yıldırım Akbulut, mesela Tansu Çiller, mesela, Necmettin Erbakan gibilerin başbakan olacağını tahayyül bile edemezdik. Mesela, Hitler’in ve Franco’nun resim yaptığını bilirdik ama Conan Evren’in darbeden başka bir şey yapabileceğini bilmezdik. Gerçi Conan Evren’in darbe yapabileceğini de bilememiştik ya, bu ayrı konu. Cahilliğimize, gençliğimize, toyluğumuza verin. Velhasıl, kan ve irin bu kadar gürül gürül akmıyordu sokaklardan. Velhasıl, bu kadar hıyar yerine koyulmuyorduk. Velhasıl, devletin ideolojik aygıtları bu kadar güçlü değildi. Velhasıl, kapitalizm, toplumun hücrelerine bu kadar nüfuz etmemişti. Aslında “biz büyüdük ve kirlendi dünya” değil, biz büyüdük ve daha çok kirlendi dünya. 

Gençliğimiz yağmalandı ve ömrümüze kan bulaştı. Aşklarımıza, düşlerimize, yüreklerimize kan bulaştırdılar. Afişlerimizle birlikte gençliğimizi de yırttılar. Duvar yazılarıyla birlikte gençliğimizi de sildiler. Bilimi YOK/YÖK’leştirip, cehaleti ve yobazlığı kökleştirip, gençliği yozlaştırdılar. Tulumluların sendikaları çoktan mühürlenmiş, aydınlar çoktan sigaya çekilmişti. 

Apaçık bir gerçek vardı; topyekûn yenilmiştik Arkadaşım. Apansız bir vurgun, apansız bir bozgun yemiştik. Ama zaman her şeyin ölçüsüydü. Zamanla toparlanacaktık. Sessizliğin de sesi vardı, duyabilene! 
Acemi ceylanlardık, su içmeğe inmiştik alanlara, caddelere. Ansızın gafil avlandık. En güzel düşlerin, en güzel aşkların, acıların ve işkencelerin isimsiz öncüleriydik. “Gülmek, bir halk gülüyorsa gülmektir” demişti şair. Yoksulluk gülsün diye, yoksul bir halk gülsün diye, hep birlikte gülmek için düşmüştük düşlerimizin peşine. Bilinçli bir kötülük ansızın çöktü acemi ve genç gırtlaklarımıza. Bunca suskunluk ve Susurluk içerisinde bunları, bizi ve kendinizi hiç düşünmediniz mi, bizi hiç anlamadınız mı? 
Aşk ölmektir belki ama, ölmek yenilmek değildir Arkadaşım!