Aristo matematiği mi, “kelisko” matematiği mi?

Okur-yazar bile olmayan Kel İsko, “Matematik hayatta ne işime yarayacak?” diye isyanla soranları doğrularcasına, eğitimli arkadaşı olan babamdan daha iyi hesap yapardı. Eğer şanslı yaşıtları yerine o okumuş olsaydı, bugün Kel İsko’dan değil, belki de Nobel’e aday bilim insanı İskender Bey’den söz ediyor olacaktık; hem de matematik dalında…

KÖKSAL ÇİFTÇİ

2017’de, yaşayan en önemli matematikçimiz Prof. Dr. Ali Nesin ile Milliyet Gazetesi’nin eğitim yazarı Abbas Güçlü arasında gerçekleşen polemik yazılarını yıllar sonra birileri bulup çıkardı, sosyal medya yeniden gündeme getirdi.

Anımsayalım, Abbas Güçlü 29 Eylül 2017 tarihli Milliyet Gazetesi’ndeki köşe yazısının sonuç bölümünde şunları yazmıştı:

“Gelelim, hemen her öğrencinin belası durumundaki Matematik’e! … Matematik’in bana ne yararı var? … Yaşımız kemale erdi ama ben hâlâ onca matematiğin, sınıf geçmenin ötesinde, benim ne işime yaradığını anlayabilmiş değilim.”

Ali Nesin de aynı gün Facebook hesabından ona bir açık mektupla yanıt vermişti ve demişti ki:

“Abbas Bey, çok haklısınız, matematik bir şeye yaramaz, çünkü matematik çok şeye yarar! O kadar çok şeye yarar ki neye yaradığını söylemek imkansızdır. Marangozluk; masa, iskemle, dolap yapmaya yarar, ama matematik her şeye yarar! İnsanoğlu, bu dünyayı, bu doğayı, bu evreni anlamanın mantık matematikten başka bir yolunu bulamadı bugüne kadar. Doğarken kendimizi içinde bulduğumuz dünya da, daha sonra kendi yarattığımız dünya da matematikle anlaşılır. İçinde belli bir düzen olan, belli bir denge olan her yapı matematikle anlaşılır. Bunun başka bir yolu yok.”

Bu yazılar bana, okuma yazma bilmeyen ama “matematik dâhisi” olduğuna inandığım babamın yakın arkadaşı İskender amcayı, yaşıtlarının söylemiyle Kel İsko’yu anımsatı yeniden. Bana göre o, Nâzım’ın dediği gibi “Topraktan öğrenip kitapsız bilen!” adamdı.

alaylı matematik dâhisi

Ortaokul yaşlarındayken Kırşehir’deydim. Kel İsko, babam ve babam gibi havuz problemlerini hızlı çözmekle övünen -şimdi adını anımsayamadığım- bir arkadaşı güç birliği yapar, her pazartesi kent pazarına gidip sergi açar, üç ortaklı ticaret yaparlardı.

Kel İsko kendinden emin, rahat tavırlar içinde olurdu hep. Babamla arkadaşı ise İsko’nun bu özgüvenli duruşu karşısında huzursuz olur, her fırsatta birbirlerini “İsko’ya dikkat et, bizi kazıklamasın!” diye fısıldayarak uyarırlardı.

Sağda Abbas Güçlü, ortada Güçlü’nün anlam veremediği matematik eğitimi düzeyi, sağda Ali Nesin.

Yaptıkları iş oldukça basitti aslında. Eşit miktarda para koyarak kasa yapar, gider Nevşehirlinin kamyonundan ikişer üçer çuval patates, soğan, biber, taze fasulye ve benzeri sebze meyve satın alır, pazar yerinde oluşturdukları tezgahta sergiler, satış yaparlar, gün sonunda da hasılatı önce birleştirir sonra üçe böler, evlerine dönerlerdi.

Para bölüşme işlemi, ticaretin basitliğine karşın çetin geçerdi. Babam ve arkadaşı ürktükleri için İsko’nun çözüm önerisini kafadan reddederlerdi. Çünkü onlara göre İsko hiçbir zaman kazık içermeyen hesap yapmazdı. Gene onlara göre bu tuzaktan kurtulmanın tek yolu vardı, o da kağıt kalem alıp rakamlarla uğraşmak!

Bu grubu oluşturanlar 1920’li yıllarda doğmuşlardı, çocukluktan arkadaşlardı ve ikisi Cumhuriyet eğitiminin ilk mezunlarındandı. İlkokul diplomasına sahip olmalarına karşın -uzmanı değillerdi kuşkusuz ama- babam ve arkadaşı bir tarihçi kadar tarih, bir coğrafyacı kadar coğrafya, bir edebiyatçı kadar edebiyat ve bir matematikçi kadar da matematik bilgisine sahiptiler. Belki de Köy Enstitüsü mezunu öğretmenler tarafından eğitilmişlerdi. Örneğin babam bana İlyada Destanı’nı ezbere anlatırdı. Onun ve arkadaşının okul matematiğine ait hemen her formülü bildiklerini, hesap kitap yaparken karekök bile kullandıklarını anımsarım.

Arkadaşlarının kağıt kalemle boğuşmasını müstehzi bir gülümsemeyle izleyen İsko “N’ooldu, benim yaptığım hesaba ulaştınız değil mi?” diye sorar, onların bazen sil baştan hesap yapmalarına neden olurdu. Sonuçta bir şekilde anlaşır, paralar cepte evlere dağılırlardı. Gene de babamın hesaptan emin olamadığını kendi kendine sorduğu şu sorudan anlardım: “İsko niye bu kadar kolay ‘Tamam’ dedi, gene bize kazık atmış olmasın?”

Toprağı, hayvanı çok az oluğu gibi -hiç çocuk sahibi olamadı- eve gelir getirecek aile nüfusuna da sahip değildi. Buna karşın içinde bulunduğu topluluğun en yüksek gelire sahip kişilerinden biriydi Kel İsko. Bunu nasıl yaptığına akıl sır erdiremezdi komşuları ama o kimsenin varlığından haberdar olmadığı, olsa da toplumsal baskıdan dolayı cesaret edemediği fırsatları paraya dönüştürmesini bilirdi.

Örneğin köy köy dolaşır, eşi ölmüş dul insanlar arardı. Birbirinden asla haberdar olamayacak uzaklıkta yaşayan ve yeniden evlenmek niyetinde olan kadın ve erkekleri bulur, yan yana getirir, düğünlerini yapar, her iki taraftan da hatırı sayılır para alır, herkesin bir sezon sarı sıcak altında çalışıp toparlamaya çalıştığı parayı o bir çöpçatanlıkla kazanıverirdi.

Bir başka kazanç kapısı da tren yolculuklarıydı. Kırşehir’den tarak, çakmak, cep aynası, nane, sigara tabakası, ağızlık, tespih vb. alıp bez torbadan oluşan çantasına doldurur, Kayseri’den trene binerdi. Kars’a kadar yol boyunca kompartıman kompartıman dolaşıp pazarlar, bilet bedelini bedavaya getirdiği gibi üste de hatırı sayılır para kazanırdı. Kars’tan Ardahan’a iner, yakınlarıyla buluşur, elde kalan malları onlara hediye olarak dağıtıp gönül alır, konaklama, yeme ve içme gibi önemli giderleri de bu yolla sıfırlardı.

Aldatıldığına dair bilgi sahibi değilim, hiç duymadım, çünkü herkesin hesabı şaşardı ama İsko’nunki şaşmazdı. Öyle ki bazen babam ve babam gibi diplomalı arkadaşları kağıt kalemle uğraşmaya üşenirler, okuldan öğrendiklerini bir yana bırakıp “Amaan, bugün de hesabı Kel İsko matematiğiyle yapalım!” derlerdi.

peki bu durumda kim haklı?

Abbas Güçlü mü, Ali Nesin mi, Kel İsko mu, kim haklı?

Yazının eğlenceli gidişini bozmayayım, izin veriniz biraz daha ironi katayım işin içine ve sorunun yanıtını Nasreddin Hoca’ya verdireyim:

Kadılık yaptığı günlerde bir komşusu gelir, ağır ithamlarla birisini şikayet eder ve Hoca’ya şu soruyu sorar: “Haksız mıyım?” Hoca da ona “Haklısın!” yanıtını verir.

Şikayetçi gider, şikayet edilen gelir bu sefer ve konuyu aynı kızgınlıkla anlatıp sorar: “Haksız mıyım?” Hoca “Haklısın!” der ve onu da yolcu eder.

Olanları şaşkınlıkla izleyen hanımı karşısına dikilir ve Hoca’ya: “İlahi Hoca Efendi, bu nasıl kadılıktır, iki şikayetçi birden haklı olur mu?” diye çıkışır.

Sakinliğini bozmayan Hoca, hanımına döner ve “Sen de haklısın!” der.

Eğer yaşamınızı diyalektik felsefenin ve tarihsel materyalizmin rehberliğinde sürdürüyorsanız siz de benim gibi burada bir çelişki göremezsiniz. Şikayetçi de şikayet eden de Hoca’nın hanımı da haklıdır. Bundan daha önemlisi Hoca’nın kendisi de haklıdır.

Benim Hoca’dan neyim eksik, bu bağlamda aşağıda verdiğim yanıtla ben de haklıyım.

sonuç

Her şey işlevsellikle ilgilidir. Konu matematik de olsa bu böyledir. Yukarıda yaşam öyküsünün kısa bir bölümünü verdiğim Kel İsko örneği de bunun bir tür kanıtı gibidir. Görülen o ki bırakın toplama, çıkarma, çarpmayı, bölmeyi, karekök, tanjant, kotanjant, sinüs kosinüs, pi sayısını; adını yazmaktan bile yoksun, eğitimsiz bir insan olan köylü çocuğu Kel İsko, yaşam düzenini bütün bunlardan haberdar olan yaşıtlarından daha ustaca kotarmıştır.

İşin şöyle bir gerçeklik yanı da vardır: Eğer şanslı yaşıtları yerine eğitimi o almış olsaydı, kim bilir bugün Kel İsko’dan değil, belki de Nobel’e aday bilim insanı akademisyen İskender Bey’den söz ediyor olacaktık; hem de matematik dalında…

Görüldüğü gibi sorun iki kutuplu değil, üç kutupludur.

İnsanlar, “Peki, bu kutupların bir orta yolu yok mudur?” diye soracaklardır haklı olarak. Vardır ve vardı da zaten.

Matematiğin Antik Çağ babaları. Soldan: Aristo, Öklid, Platon, Pisagor, Tales.

Bizim çocukluk ve gençlik yıllarının devlet eğitimi tam da bu kıvamdaydı. İlkokulu Ardahan’da, ortaokulu Kırşehir’de okudum. Ortaokulda ayrım yapılmadan hepimize hemen her alanın eğitimi verilirdi. Müzisyen olacakmış gibi değil temel müzik eğitimi edineceği ölçüde her öğrenciye mandolin öğretilir, sporcu olacakmış gibi değil temel spor eğitimi edineceği ölçüde her öğrenciye spor hareketleri yaptırılır, ressam olacakmış gibi değil temel resim eğitimi edineceği ölçüde her öğrenciye resim çizdirilir, yazar olacakmış gibi değil temel Türkçe eğitimi edinerek kendini ifade edebileceği ölçüde her öğrenciye metin yazdırılır ve bilim adamı olacakmış gibi değil temel bilgileri edineceği ölçüde her öğrenciye coğrafya, fizik, matematik öğretilirdi. Bu süreç içinde eğilimlerimiz belirlenirdi. Liseye geçtiğimizde eğilimimize göre özgürce fen ya da edebiyat alanlarını seçerdik. Böylece herkesin fırsatlardan eşit yararlanması sağlanırdı.

Şunu belirterek yazıya son vereyim: Ne Güçlü gibi matematik dersi okullardan kaldırılsın fikrine kapı aralayan tavır doğrudur, ne de Nesin gibi herkes bilim insanı olacakmışçasına matematik derslerinin ağırlaştırılmasını istemek.

Çünkü herkesin beyin gücü, kapasitesi ve yaşamdan beklentileri farklıdır. İnsanlara fırsatlar mutlaka tanınmalı, fakat hiçbir şey dayatılmamalıdır.

Elbette tercihimiz ve gönlümüzden geçen Tales, Pisagor, Zeno, Arşimet, Öklid, Platon, Heron, Aristo ve benzerlerinin matematiğidir. Ama hayat da farklı seçeneklerden oluşmaktadır. Bu nedenle diyorum ki Aristo Matematiği kadar Kelisko Matematiği de toplumsal gereksinimdir.

PAYLAŞMAK İSTERSENİZ