Ama artık kimse maskesini gizlemiyor!

İnsanın çürümeye başlamasının hikâyesi sorgulamıyor olmasında başlar. İnsan her şeyin kolay olanına, ucuz olanına yanaşıyor. Hatta yalana inanmak, hakikate inanmaktan daha kolay geliyor insana.

YAŞAR KARA

“Sinop kalebendi” Hayati Baki’nin Harfler Kitabını okuduğunuz zaman Hayati Baki’nin yazdığı her bir şiirin; akla dayalı, yabancılaşmaya direnen, akıldan korkmayan ve otoriteye boyun eğmeyen, düşünen ve düşündüren organik şiirler olduğunu göreceksiniz, demiştim… Kitap ve kitaptaki (harf)şiirler Fransız 68’inin anarşist şarkıcı ve şairi “Leo Ferre” ile sürüyor.

Fransız 68’inin anarşist şarkıcı ve şairi Leo Ferre.

LEO FERRE HARFİ

Bazen bir şiiri beyninizle değil, teninizle ve yüreğinizle anlamanız gerekir; büyülü biçimde. Çünkü “şiire ses veren parmakların ucunda”, “ne tanrı ne efendi” vardır. Burada bir dilde üretilmiş ya da üretilebilecek yalnızca söz vardır. Bu söz, tıpkı Rilke’nin dediği gibi, “Çünkü mısralar sanıldığı gibi duyguların değil, yaşamış olmanın verimidir”.

İmgeler bu şiirde de rastlantıyla yer almaz. “odada, evden uzakta/siyah gömleğini imleyen yürekle/aynasında sesin ve isyanın/gözlerin güneşinde” Kim “ne tanrı ne efendi”nin gizli saklı düşüncelerini bildiğini söyleyebilir? “Gözyaşları ve sessizlikte/yüzün ufkunu çizen sözcüklerde/dışarda, derin denizlerin içinde/geçip giden unutkan zamanla.” Var olandaki içi ve dışı karşı karşıya getiren dilin arayıcısı kim? “Ne tanrı ne efendi”.  O zaman “birlikte söylensin: kaos/için: nihilistçe.”

SAPPHO HARFİ

Kendini tüketmeyen bir dil, şiir olarak kabul edilebilir mi? “dilin yanan sözcükleri, şiir.”dir der Hayati Baki. Dilin köktenci dönüşümünün daha kökensel olan bir yerde yani şiirde tamamlandığını söylemek ister bize. Bu kökensel yer, kendini sonsuza kadar çoğaltan “dilin yanan sözcükleri: ağzında”dır.

Sappho Harfi’nde, şiirsel yaratımın tüm dinamiğini arzular ve duygular oluşturmaktadır. ”bal gözleri balkıyor dolunayda/öpünce çoğalıyor gecenin köpüğü/mutlanıyor tuz göğsün buğusunda/ıslak serinliğine kayıyor gece.” dizelerinde duygular ve arzular ikiyüzlü bir tutuculukla saklanmamıştır; “sarsıyor aşk: tutkunun terini/ölümsüz okşayışların kollarında/sümbül ve çiğdemle kabarıyor” onlar her dizeye ve her kelimeye sindirilmiş ılık, yumuşak, insanı saran ve iliklere işleyen, gerçek sevginin, tutkunun ifadeleridir. “hışırtı: aşkın sözcüğüdür, sesidir ipeğin. geceyi alırken koynuna, tenin/çılgınca sevişmelerinde böğürtlen tadında/terin aktığı patikada: kamaşırken dil.” Ve söz herhangi bir yerde bayağılığa düşmeden, insanı sürükleyen bir duygu erotizmine dönüşerek yüceliyor. “incir ağacının gölgesi serinleniyor/avluda: ıhlamur ve günnük/kokuları arasında ıslak otların rüzgârı/karışıyor lirin diline, senin diline/dilime benim: akşama inen solumada/külümü sıcak tut, aşk doğsun, yeniden.

FRANZ KAFKA HARFİ

Bir şairle ilgili tanıklıkların en önemlisi yazdıkları mıdır, yoksa yaşadıkları mı? Bu soru üzerinden bir şairin tanıklıkları çoğaltılabilir elbette. Burada asıl konu; dosdoğru ama kolayca çözülebileceğini sanmaksızın hemen yüzleşilmesi gereken sorunu, yani yabancılaşmayı ve babayla hesaplaşmayı görebilmek ve açığa çıkarabilmektir. Kafka özellikle “Dönüşüm” adlı yapıtında, roman kahramanı Gregor Samsa üzerinden “yabancılaşma” kavramını anlatmaktadır bize. Hayati Baki,“ikili dilin tarihi boğuyor yaşamı. bir/yabancıdan daha yabancı: tanık, uyandırıcı./kafka bu..” dizelerinde yabancılaşmaya tanıklık etmektedir.

Kafka’yla ilgili bir başka önemli tanıklık ise babayla hesaplaşmadır. Kafka bu hesaplaşmayı yaşamı boyunca yapacak ve “Babaya Mektup” adlı yapıtında ise bu hesaplaşmayı gün yüzüne çıkaracaktır. “normal yaşam: babanın yaşamı: korkunun/ve titremenin soluğu. Sağır sayıklaması/uğultunun , boşlukta sallanan boşluk,/başkalaşan hafifliğin gövdesi bedenin/

dili :kapı nereye açılır?: sokağa baktım: orda yoktu. son: başlangıcın zamanı./

yolun ucunda duruyor korku: üşüyor titrek lambada.

Bizde ise babayla hesaplaşmayı çarpıcı biçimde ele alan bir yapıt vardır. Abdülkadir Budak’ın “Ahşap Anahtar” adlı şiir kitabının her şiir başlığı adeta babayla hesaplaşılan konuları madde madde ele alır. Hem Hayati Baki, hem Kafka ve Abdülkadir Budak gibi önemli isimlerin ustalarla ve babalarla hesaplaşmaları, bu isimlerin ve diğerlerinin gözlerini ileriye dikmiş, geçip gideni umursamayan ama asla da unutmayan adamı ortaya koymaktadır.

“başka dünyanın yurttaşı: franz kafka.”

Burada şairin nasıl tanık olduğu soru bağlamında yabancılaşma ve babayla hesaplaşma olarak bize kendini açan poetik açıklıktır. Bu poetik açıklıkta Hayati Baki’nin imlediği yabancı, kuşku, korku, yeteneksiz oğul, tuhaf yalvaçla insanın hem kendisine hem de kendini bu dünyaya getiren en yakınındakilerle bile “bir yabancıdan daha yabancı” olduğumuzun altını çizer. George Trakl’ın  “Ruh, yeryüzünde yabancı bir şeydir.” sözüyle imlediği şey, Hayati Baki’nin “başka dünyanın yurttaşı: franz kafka./bu dünyanın tanıdık yüzü, aşkın ve hayatın/

keşfi. olmak istemenin olanağı, yeniden. işte/umut: umutsuz da olsa, umut: tereddüt/ve reddin ürpermesi. üşüyen gölge: büyüyen/harf. köklerinden sürüyor sürgünlüğünü. dizelerinde açığa çıkar. Ruhun yeryüzündeki yabancılığı “yokluğun sınırlarında: içerde, içerden kuşatılmış/çocukluk”ta başlar, “bedenin kuytularında: istek ve sarılışla/yitirir kendini”.

“büyük boşlukta çürüyen ne varsa/kokuyor” Bu çürüme insanda başlamış ve dünyanın içine işlemiştir artık. Ancak nedir bu çürüyüp gitmiş olan? İnsan sadece etten ve kemikten ibaret değildir. İnsan düşünceden ibarettir. Öyleyse çürüyen düşüncedir. Her şeyi tüketen, yok eden, sayılara bölen düşünce çürümüştür. Ve bu çürüğün kokusu bütün dünyayı sarmıştır. Ancak insan kendi kokusunu duymaz ki. Güneş ne doğudan doğmaktadır, ne de batıdan batmaktadır. Gün, “mülkiyetin despot kalesinde” doğup batmaktadır artık. İnsan var oluşu ne zaman ki mülkiyeti elinde bulundurma, güç istenci ve gördüğü her şeyi paraya çevirme hırsıyla doğayı katletmiş, yerin altını da üstünü de sömürmüş artık kendi kendine bu dünyadaki nüfusun fazla olduğuna karar vermiş ve bu nüfusu kendi yollarıyla azaltma çabasına girişmiştir.

İnsanın çürümeye başlamasının hikâyesi sorgulamıyor olmasında başlar. İnsan her şeyin kolay olanına, ucuz olanına yanaşıyor. Hatta yalana inanmak, hakikate inanmaktan daha kolay geliyor insana. Oysa şeyleri el altında bulunduranlar “göz kırpıyor/ölçümcü, tanrıyla, yoksunluğun ilahıyla/dilemma şeyle ikircikli bakışın yüzünde” ama artık kimse maskesini gizlemiyor.