Alzheimer’ın romanı: Son Bahçeler

“Son Bahçeler”in dikkat çeken özelliği, hayata yaşlılık ve “yaşlılık sorunları” üzerinden bakması. Bir yaşlılık hastalığı olan Alzheimer’ın romanda yer alması toplumdaki yaygınlığı ve yoğunluğunun doğal bir sonucu. Edebiyatımızın yaşayan en önemli romancılarından İrfan Yalçın, kendi annesinde yaşadığı bu hastalığı yazmadan yapamazdı.

MECİT ÜNAL

h2o Kitap, uzun bir süredir farklı yayınevlerince yayımlanmış, ancak baskıları tükenmiş, gözlerden ırak bir beldede yaşadığı için “gönül”den de “ırak” bulunan İrfan Yalçın’ın romanlarını yeniden yayımlıyor.

Salt İrfan Yalçın değil h2o Kitap’ın önemsediği…

Peride Celal onlardan biri.

Bir diğeri ileriki günlerde “Anılarda Kalan Portreler”i hakkında yazmayı planladığım Salim Şengil…

h2o Kitap küçük hacmiyle çok büyük bir iş başarıyor bana kalırsa.

“Son Bahçeler”, yayınevinin yayımladığı son romanlarından biri İrfan Yalçın’ın.

Kitabın ilk baskısı Cumhuriyet Kitapları’nca yapılmıştı. O yılki TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda romanla ilgili düzenlenen bir açıkoturuma konuşmacı olarak katılmış, izleyen günlerde de Haldun Çubukçu’nun yayın yönetmeni olduğu Aydınlık Kitap’taki “Gülden Terazi” başlıklı köşemde bir yazı yazmıştım.

Şimdi bakıyorum da, aradan yıllar geçmekle kalmamış, köprülerin altından da çok sular akmış.

Önce Aydınlık Kitap’tan daha sonra da Aydınlık gazetesinden -kemali afiyet ile- ayrılmak gereği duymuşum. Aydınlık Kitap’ı çıkarırken gerçekten de çok önemli bir işlevi yerine getirmişiz Haldun Çubukçu’nun yayın yönetiminde Seyyit Nezir, Ali Rıza Özkan ve Damla Yazıcı’yla. Günümüz edebiyatında ağırlıklı yer edinen Taylan Kara, Halit Payza, şimdilerde ortalıkta fazla görünmeseler de M. Salih Kurt, Dağhan Dönmez, Selçuk Özcan, Damla Yazıcı gibi yazarlar hep Aydınlık Kitap’la çıkmışlardı okur karşısına.

Uzatmayayım…

Yazılan her şey, aradan ne kadar zaman geçerse geçsin değişmiyor.

Ama biz, yaşayanlar roman kahramanları gibi değiliz; onlar ölümsüzler. Biz gerçek insanlar ise ancak yazıldığımızda, birer roman kahramanı olabilir/yapılabilirsek eğer, değişmeden kalabiliriz.

Son Bahçeler’in tüm kişileri, yazıldıkları halleriyle yaşamayı sürdürüyorlar aslında aramızda.

Bu arada olanlardan, konumuz açısından en önemlisi, kimi değerlendirmecilere göre “edebiyatımızın Steinbeck’i” İrfan Yalçın’ın, -ama bana göre edebiyatımızın İrfan Yalçın’ıdır o ve ancak kendisiyle kıyaslanabilir ve ancak yine kendisiyle açıklanabilir,- yaşadıklarıdır.

İrfan Yalçın.

Kısaca şöyle; İrfan Abi geçirdiği beyin kanaması nedeniyle uzun bir süre sağlık sorunları yaşadı. Yetmezmiş gibi bir de çok sevdiği kızını kansere kurban verdi.

Koronavirüs salgını, yaşadığı yöreyi kasıp kavuran orman yangınları derken, sağlık sorunları henüz yazmasına olanak vermese de, inanıyorum ki, yakında, buluşmalarımızdan birinde bana anlattığı o kurt köpeğinin öyküsünden yepyeni bir dille bambaşka bir roman yeşerecek.

Vurulmuş oğulun canhıraş çığlığı

Sözü “Son Bahçeler”e bağlarsak…

İrfan Yalçın’ın diğer romanlarına göre “Son Bahçeler”in dikkat çeken özelliği, farklı ve özgün tarafı, hayata (bir kavram olarak da) yaşlılık ve “yaşlılık sorunları” üzerinden bakması. Romanın, belli belirsiz ipuçları vere vere ulaştığı son, ülkemizde de gün geçtikçe yaygınlaştığını gördüğümüz bir yaşlılık hastalığı olan Alzheimer. Bu hastalığın “Son Bahçeler”le birlikte güncel edebiyatımızda da yer alması, yaygınlığı ve yoğunluğunun doğal bir sonucu. Toplumcu edebiyatımızın yaşayan en önemli romancılarından İrfan Yalçın, kendi annesinde yaşadığı bu hastalığı yazmadan yapamazdı.

Öte yandan da “Son Bahçeler”de İrfan Yalçın’ı ilk kez, kendisinden ve romanlarından bir başka yazardan ve onun eserlerinden söz ediyormuş gibi söz konusu ederken buluruz.

Ay Işığı Yaşlılar Yurdu’nun konukları arasında onu bir yazar olarak tanıyan, romanlarını okumuş olanlar da vardır…

Geçmişi hakkında hiçbir şeyi tam ve kesin olarak bilemediğimiz Albay örneğin, bilmektedir “Fareyi Öldürmek”i, “Ölümün Ağzını”.

Albay, “Fareyi Öldürmek”in o en önemli cümlesini, yaşlılar yurdunun yöneticisi Doktor için tekrarlar: “Adam mayası derler ya, öyle tam; kopar kopar adam yap…”.

Bu cümleden de anlayabilirdik elbette Albay’la Doktor arasındaki özel ilişkiyi.

Romanın son sayfalarında öğreneceğimiz bu ilişkide Albay yine de hep müphem kalacak. Oysa Albay “Son Bahçeler”in en açık, sarih ve belirgin somut kişisi. Yaşlılar yurduna gelmeden önceki hayatının karanlıkta kalan yanları da aslında kimi beklenmedik “delice” hareketleri, birden ıslıkla “Öterken vurulan kuşun yarıda kalan türküsü”nü çalması, kadınları dansa kaldırması, “Sakallı”ya sataşması vb. gibi davranışlarının ışığı altında. Yine de apaçık olan şey, Albay’ın çektiği toplumsal-siyasal acılardır ki, odağında, vurulmuş bir oğulun canhıraş çığlığı bulunmaktadır.

Yaşlılık: ölmekten daha fazla olan şey

“Son Bahçeler”de de yazar “Pansiyon Huzur” ve “Genelevde Yas” romanlarındaki gibi toplumun çeşitli kesimlerinden insanları biraraya getirmiştir. Gerçi bütün romanlarında bu vardır ama, bu üç roman, bence toplumsal durumumuzu birbirine yakın olağanüstü üç dönemde, üç ayrı olağanüstü mekanda birbirini tamamlayarak göstermekte, bir toplumsal portreler galerisi oluşturmaktadır. Bu yanıyla diğer romanlarından ayrı bir yerde durmaktadırlar.

“Son Bahçeler”in “Pansiyon Huzur” ve “Genelevde Yas”tan başlıca farkı toplumumuza yaşlıların gözünden bakıyor olmasıdır. Bu aynı zamanda, yaşlılarımıza nasıl yaklaşacağımıza ilişkin olarak da bir durum izahıdır.

Bu izahı, yazarın çizdiği insan portrelerinde çok daha net görürüz. İnsanlığın en eski sorunlarından biridir yaşlılık. Eski gücünü yitiren, eli pek çok şeye artık yetememeye başlayan insanın yaşadığı sorun bireysel değil toplumsal bir sorundur aslında. İnsan ölümü en çok yaşlandıkça anımsıyor, bir gün mutlaka öleceğini en şiddetli olarak yaşlılıkta kavrıyor olmalı ki, eli bir şeye –giderek hiçbir şeye- yetememe olarak su yüzüne çıkan yaşlılık, Anne’ye, “ölmekten daha fazla bir şey yaşlılık” dedirtebiliyor romanda. Annemin de sık sık, “şu yaşlılık hiç kapıya bacaya yaklaştırılacak şey değil” sözüyle demek kastettiği buydu ki, elimin eskisi gibi yetemez olduğu durumlar karşısında hayıflanmamam olanaksız. (O türkü de bir yaşlılık ağıtı aslında)[1].

Hayata, hayattaki her şeye, her durum ve olguya, bir çiçeğe, düşen bir yaprağa felsefenin merceğinden bakan Anne, elbet ölüme de aynı mercekten bakıyor. Stoacı filozoflar gibi bu yüzden, her başına gelene “doğa yasası” deyip Tanrı’ya da İnsana da yalvarmıyor. Ancak ölümü, kapıda bekleyen ölümü en çok o, hem de derinden yaşıyor. Ne var ki birkaç yıl sonra Alzheimer, hiçbir şeyi –ölümü bile- bilmeyecek, kimseyi –oğlunu bile- tanımayacak kadar unutturacak, kaybettirecektir kendi kendisini.

Öper gibi konuşan kişiler

İrfan Yalçın’ın “Son Bahçeler”de çizdiği insan portreleri üzerinde ayrıca durmak gerek…

Bunlar, roman kişilerinin yaşamlarıyla iç içe portreler. Konuşmalarında, hal ve tavırlarında önceki yaşamlarının izleri, etkileri, sonuçları net. İrfan Yalçın bu romanda da küçük insanların tragedyalarını anlatıyor. Her biri yaşadıkları hayatta yorulmuş, yoğun acılar, yokluklar, yoksunluklar çekmiş, yer yer ruhsal dengeleri de sarsılıp bozulmuş insanlardır. Her biri acılarıyla, sorunlarıyla birlikte gelmişler. Albay (oğluyla), Bayan Kasımpatı (everdikleri Cüce’yle), Bayan Gümüş (kedileriyle), iki kızkardeş (ölen ağabeyleriyle), Karikatür Adam (ayakları kireçlendiği ve artık çöp toplamadığı için öldürülen katırıyla), Bayan İp (idam cezasına çarptırılan oğluyla)…

Bu romanın bir başka farklılığı kişilerin seslerinin üzerinde ayrıca durulmuş olması. Kişilerin seslerinin betimlemesi önceki romanlarında bu denli yoğun değildi. “Son Bahçeler”de çok çeşitli, özgün ve her biri birer imge kıvam ve derinliğinde betimlemelerle karşılaşıyoruz.

 

 

“Son Bahçeler”in kişileri öper gibi konuşmaktadırlar. Kiminin sesinde “ne çok kuş” bulunmakta, kiminin sesinde “bal kokusu esmekte”, kiminin sesi bir keman, bazen de büsbütün bir çığlık oluvermektedir. Her birinin sesi yaşamının, kişiliğinin birer cümlelik özetidir neredeyse.

Bir başka önemli özellik de kişilerin bakışları; nereden ve nasıl baktıkları… Bakışlar da sesler gibi birer portre neredeyse ve kısa cümlelere sığdırarak birer imge haline getiriyor İrfan Yalçın kişilerinin bakışlarını. Bayan Çığlık örneğin, hep o darmadağınık saçlarının arasından bakıyor. Çığlık salt sesinde değil, bakışlarında da bir fizah, feryâd var. Ölümü de öyle, ırmak kıyısında bulunan cesedi de…

Senfonik şiir tadında ekolojik roman

“Son Bahçeler” insan sevgisi kadar hayvan ve doğa sevgisiyle de dolu bir roman. Yaşlılar yurdunun konuklarının tümü de hayatlarında gördükleri, tanıdıkları bir hayvan ve onun anısına tutkuyla bağlılar. Öldürülen kedilere duyulan yas, vurulan bir katırın dinmeyen acısı, gırtlağına takılan iğneyle tutulan bir balığa duyulan derin acıma… bunların tümü “Son Bahçeler”i bir açıdan da ekolojist bir roman yapıyor.

Hayata yazılmış bir ağıt “Son Bahçeler”, Ömrün son günleri yaşanırken geçmiş günlere yazılmış senfonik şiir tadında bir mersiye. Bunu da en iyi Anne’nin okuduğu Dağlarca’nın bir şiiri anlatıyor:

“Nasıl, yaşamayı bırakmak nasıl?
Bir memleket mi bu, bir elbise mi ki?
Ben nasıl yok olurum anlamıyorum?
Dünya yok olabilir belki.”


[1] “Hayâl hayâl olmuş karşıki dağlar
Muhannet gözlerim dolukmuş ağlar
Esti sam yelleri bozuldu bağlar
Onun için bende gam telaşı var”
(Aşık Emrah)

PAYLAŞMAK İÇİN