
Geçen hafta içimde kıpırdayan heyecanla, ilk yazımı yayınladım. O günden bu güne tam bir hafta geçti. (Yazar burada haftalık yazı yazdığını ve bu köşeye yerleştiğini anlatmaya çalışmaktadır)
Bu bir haftalık süreç içinde hep birlikte yeni bir yıla girdik..
Ülkemdeki insanlar tüm hayallerini Varlık Fonu’na devrederken, (ki “Varlığım Türk varlığına armağan olsun” derken bunu kastetmediğimi özellikle belirtmek istiyorum) çocukluğundan beri Yeşilçam filmlerindeki iyi insanlara, mutlu aşklara inanan biri olarak genç kızlık hayallerimin de Varlık Fonu’na devredildiğini düşünmekteyim.
Oysa hep dürüst ve iyi olmak üzere büyütülmüştük. Yıllarca Ankara soğuğunda sıraya girip bağıra bağıra “küçükleri sevmek büyükleri saymak” üzerine sözler veren biz değil miydik ?
Artık sokakta iki çocuk yanımıza yanaşsa kapkaççı olabilir mi diye korku ile kenara çekiliyor, bir büyüğümüz yanımıza gelse kesin borç isteyecek diye kaçacak delik arıyoruz. Bir yanımız utanıyor bu halimizden bir yanımız hak veriyor sinsi sinsi.
Biz o aradaki talihsiz kuşağız, hâlâ bir yanımız kızarmış ekmek kokusu özleminde. Ayak uyduramıyoruz bu yeni garip düzene. Adaletsizlik gözümüze gözümüze sokulurken tek yapabildiğimiz seyretmek…
Tüm dünyayı yenebilecek devrim şarkıları söyleyen o kız çocuğu yavaş yavaş 45’liklerin umursamaz tavrına bırakmış kendini.
Üç değil otuz üç maymun olsa yetmeyecek yaşadığımı anlatmaya, nereye kaçsak aynı manzara, nereye baksak nefretle bakan aynı iki göz ya da o gözlerin emri ile oluşan bir dünya. Sanırım beni en çok etkileyen de bir sandalet, bir şort ve huzur diye yerleştiğim memleketin bile koylarında inşaat canavarları adım adım devleşirken, koskoca tarım ülkesinin insanlarının bir parça toprağı sadece mezarda görebilecek olması. İçimdeki özgür ruh ”al eline pankartı yat inşaat alanına” diyor, gerçeği görmüş diğer yarım ”önce arkana bak, peşinden kim geliyor, gömerler seni inşaat alanına, en yakın arkadaşının haberi olmaz, üstelik şarkıcı kadının cesedini buldular diye yıllarca gurur duyduğun işinle basitleştirir verirler ölüm haberini” deyip oturtuyor beni bilgisayarımın başına
Evde oturup elinde filtre kahve, klavyenin başında savaş veren orduya katılıyorum sessizce
Aslında Polyanna olarak çıkmıştım yola,
Yol yol değil ki, kurt yedi büyük annemi.
Pinokyo’ya aşık oldum. masal bu ya
Pinokyo’da teneke adamın yüreği bile yokmuş oysa ki
Fark ettiğimde yolun yarısı geçmişti sanki.
Harikalar diyarına gideyim dedim,
Yediğim elma zehirli çıktı .
Cam pabuçlarımı merdivende düşürdüm.
Prens onları batı cadısına giydirdi.
Azıcık dinleneyim dedim gözümü kapattım
Cüceler öpmeye kalktı.
cadı fırını yaktı Hansel ateşe itti
Meğer masalların en dürüst karakteri imiş cadılar
Zümrüdüanka sandığım kuş tavukmuş mesela
Yakınlaştıkça fark ettim.
Dere tepe dümdüz yollar geçtim.
Bir baktım aynaya
kahraman sandığım insanlardan kendimi korumakla geçmiş ömrüm
Ben beyaz atlı prense kavuştum ama,
Bir anlattı prens, hikayesi benden beter
Çizmeli Kedi atını yemiş
Gökten üç elma düşerken başımıza
Bir baktım arkaya
mutsuz insanlar ülkesinde,
kötü kalpli cadı oluvermişim.
Ah masallar yaktınız beni.