ABDÜLHAMİD ile MUSTAFA KEMAL… Biri çok korkuldu fakat korkulduğu denli sevilmedi, diğeri çok sevildi ama sevildiği denli korkulmadı…

Toplumsal siyasal düzenle olan çelişkilerinin derinliği ve şiddeti oranında, Türkiye’de aydınlar, bu tür rüyaları, kâbusları demeliyim, hep görürler. Böyle rüyaların görülme sıklığının, düzenin uyguladığı şiddetin oranına bağlı olarak arttığı kanısındayım.

Mecit ÜNAL
mecitunal@gmail.com

Bugün 3 Haziran 2020. Büyük şair Nâzım Hikmet’in ölümünün 57’nci yılı… 2 Haziran’da Orhan Kemal ile Ahmed Arif’i kaybettik. 1 Haziran ise Taksim Gezi direnişinin 7’nci yılı idi. Takvimi geriye ya da ileriye aldığımız her güne anmaya değer bir isim veya bir olayla karşılaşmamamız neredeyse olanaksız. İsimler ve olaylar, bireysel ve toplumsal tarihimizdeki önemlerine göre yer alırlar belleğimizde.

***

Orhan Kemal’in cenazesini karşılayan Babaeskili işçileri yazacaktım eğer bilgisayarım çökmemiş olsa idi. Hem bilgisayarım çöktü ve ne kadar belge, bilgi, yazı, şiir, not varsa tümü kayıplara karıştı, hem de yaklaşık on gündür ateşler içinde yanmaktayım. Korona mı, bilmiyorum. Olabilir de. Ancak, ben daha çok güneş çarpmasına uğradığım kanısındayım. Birkaç gün kızgın güneş altında üstüm çıplak çalıştım. Bu sırada başıma güneş geçmiş olmalı. Aile hekimi de zaten reçeteyi yazarken buna ve bir de “bahar çarpması”na dikkat çekti. Gençken bahar “başka türlü” çarpıyordu. Yaş ilerledikçe demek ki böyle çarpıyor, dikkat etmeli!

***

Köyün köpekleri kaç gecedir susmak bilmiyor. Tilkiler, sansarlar aç kalmış belli ki. Bazan domuzların indiği de oluyor köyün içlerine kadar, işte o zaman kızılca kıyamet kopuyor; köpekler bir yandan, kazlar, ördekler, horozlar bir yandan… Koronavirüs, trafiği de yavaşlattı. Artık yalnızca arada bir ağır tonajlı kamyonların ninni gibi iniltisi geliyor üst yoldan.

Hastalık insanın kendi bedeniyle tutuştuğu bir savaş bana kalırsa. Vücut ikiye bölünüyor burada. Yarısı öteki yarısını alt etmeye uğraşıyor. Beyin de ikiye bölünüyor. Bir yarısı bir tarafta, bir yarısı bir tarafta. Kâbuslar savaşın soyut, gerçeküstü ve gerçekdışı, bilinçaltı ve bilinçdışı ve hatta saçma ve saçmadeğil yansımaları. Konuyla, o anla hiç ilgisi olmayan bir sözün, bir düşüncenin, bir görüntünün veya bir anı parçacığının gelip araya girivermesi. Veya kendiliğinden gelişen bir şiirin kusursuzca akıp gitmesi… Yok, akılda tutmanın imkanı yok! Hem olsa bile şiir, bilinç açıkken yapılmış olmalıdır.

***

31 Mayıs. Turhan Feyizoğlu ne güzel yazmış Sinan’ların ODTÜ’de öğrendikleri o üç kelime İngilizcenin ne anlama geldiğini… ODTÜ… ODTÜ’nün özellikle 50’li, 60’lı yıllarına da bir dönüp bakmak gerek; neymiş, ne olmuş, nasıl olmuş?

*** 30 Mayıs… 1876 30 Mayıs’ında Mithat Paşa ve Anayasacı Yeni Osmanlılar, Sultanaziz’i tahttan indirdi. (Aziz daha sonra bilekleri kesilmiş halde ölü bulundu).Yerine tahta çıkarılan V. Murad’ın akıl hastası olduğu anlaşıldı. Onun yerine, reformcuların tüm istediklerine olur vermesi üzerine tahta çıkarılan Abdülhamid, açılışından kısa bir süre sonra 1877 Osmanlı-Rus savaşını bahane ederek meclisi lağvetti, aralarında Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi aydınların bulunduğu bir kurulca hazırlanan anayasayı ilga etti. 33 yıl hükmeden Abdülhamid, yakın tarihimizin üzerinde en çok tartışılan kişiliklerinden biri oldu. Muhaliflerine, özellikle aydınlara karşı uyguladığı zulümle yedi ceddine rahmet okutttu. “Abdülhamid korkusu” diyebileceğimiz bir korku türünün cumhuriyet aydınının bilinçaltına işlemiş varlığını, Oğuz Atay “Tutunamayanlar” romanında “Abdülhamit rüyası”yla ortaya koydu. O rüyayı yıllar önce “Roman Kahramanları” adlı bir dergi için yazmıştım:

Abdülhamid

1970’te TRT roman ödülünü aldıktan yıllar sonra ancak yayımlanma olanağı bulan Tutunamayanlar’ın daha başlarında, romanın ikinci kahramanı Turgut Özben’in en yakın arkadaşı, Selim Işık’ın intihar ettiğini öğrendiği gün gördüğü bir rüyadır bu. Üniversite yıllarında bir içtikleri su ayrı giden bu iki arkadaş, Turgut’un bir “limonata pasta komparsita” düğünüyle evlenip düzene dahil olmasıyla giderek uzaklaşmışlardır. Selim’in intihar haberiyle sarsılan Turgut, yakın arkadaş oldukları günleri düşünür, o günlerde birlikte kaleme aldıkları notları bulup okur, Selim ve Selim’in intiharı, kendisi, toplum ve sürüp gitmekte olan aile hayatı üzerine kafa yorar.
Turgut, o gece, daha sonraları her hatırlayışında ürpereceği ve ‘Abdülhamit Rüyası’ adını vereceği şu kâbusu görür:

“Koyu kırmızı büyük bir salonda, bir divanın üstüne, Sultan Abdülhamit, elbiseleriyle uzanmıştı. Başında kırmızı bir fes, parlak siyah redingotunun üstünde de ucuna bir nişan asılmış kalın ve sarı bir kurdele vardı. Divanda ipekli bir örtü Sultan’ın hemen yanı başında duruyordu. Abdülhamit bu örtüye yer yer sarınmıştı. Tıpkı anlatıldığı gibi ufak tefek, koca burunlu ve kara sakallıydı. Turgut, Sultan’a bu kadar yakın olmaktan biraz mahcup ve ürkek, konuşmadan Abdülhamit’i seyrediyor, bir yandan da kendine cesaret vermeye çalışıyordu: ben Cumhuriyet çocuğuyum, ben Cumhuriyet çocuğuyum. Bir ilkokul öğrencisi gibi hissediyordu kendini: neden korkacakmışım Abdülhamit’ten? Fakat, hiç konuşmayan bu küçük adamda ürkütücü bir otorite vardı. Başıyla Turgut’a işaret etti. Turgut da divanın yanındaki sandalyeye oturdu. Abdülhamit’i şimdi çok yakından görüyordu. İkisi de susuyordu. Birden, Sultanın sarıldığı örtüler kımıldadı, ipek kumaşın arasından, Turgut’un o ana kadar fark etmediği bir adamın başı ve kolları dışarıya çıktı.” (Tutunamayanlar, İletişim Yayınları, 46. baskı, 2010 İstanbul, sf. 82-83).

Oğuz Atay

ÇOK MARİFETLİ DİLAZER

Abdülhamit rüyasında Turgut’a, “yaptığımız devrimlerin aslı” olmadığını söyler. “Ben, bütün olacakları evvelden görmüştüm. Benimle başa çıkamayacağınızı biliyordum” der. Devamı şöyle: “ ‘Ben ve Dilazer, sizin yenemeyeceğiniz kuvvetlerdik. Hele Dilazer! Çok marifetlidir: istediğin kılığa girer.’ Dilazer, siyah mesin altından başını çıkardı: ‘Girerim’. ‘Sizin hatanız buradaydı: Dilazer’in yerine koyacak adamınız yoktu.’ Dilazer, Turgut’un sandalyesinin yanında göründü, Turgut irkildi. Yılan adam sırıtarak: ‘Adamınız yoktu’ dedi ve gene kayboldu.” (Sf. 84).
Abdülhamit ile ipek örtülerin arasında, onun hükmü ve bağışlaması altında ona sevgisini göstererek divanın ortasında kendisi için yapılmış bir oyukta kılıktan kılığa giren bir yılan gibi kıvranarak yaşayan Dilazer, tam bir düzen aydınını simgelemektedir.

MUSTAFA KEMAL’İN ÇARESİZLİĞİ

Turgut’un rüyasında Mustafa Kemal de var! (Abdülhamid’in söz konusu edildiği her yerde hemen ardından Mustafa Kemal ister istemez çıkagelecektir. Tersi durumda da Abdülhamid. Ve zorunlu olarak bugün de öyle). Onu resimlerinden tanıyan biri için kim olduğunu anlamanın çok güç olduğu bir Mustafa Kemal’dir bu. Çok şişmanlamış, saçlarının hemen hepsi dökülmüş, sırtı kamburlaşmış, sesi yorgun çıkan, konuşurken dudaklarının arasından altın dişleri görünen, buruşuk yüzü beyaz kıllarla kaplı Mustafa Kemal, eski bir robdöşambr giymiştir.
Ancak Turgut yine de tanıyacaktır.
“‘Üçüncü Cumhuriyeti de kurduğum halde bunlara neden mi engel olmuyorum?’ Duyduğu bu yeni sese çevirdi başını. ‘Gücüm yetmiyor,” dedi ses. Oda biraz aydınlandı: Turgut’un karşısında Mustafa Kemal duruyordu.
“Turgut bütün gücünü toplayarak konuşmaya çalıştı: ‘Nasıl olur? Siz idare etmiyor musunuz? Nasıl engel olamazsınız?’ Mustafa Kemal, çaresizliğini gösteren bir hareket yaptı. Turgut, ona doğru ilerlerken uyandı.” (a.y.)

AYDIN RÜYALARI

Oğuz Atay’ın Turgut Özben’e rüyasında Abdülhamit’i gördürmesi rasgele yapılmış bir seçimin sonucu değil. Abdülhamit ve istibdadı, Türkiye’nin kaç kuşak aydınının hayatını karartmış, birçoğunun menfalarda yitip gitmesine neden olmuş, etkisi, 1970’te tamamlanan “Tutunamayanlar”a bir rüya biçiminde yansıyıncaya kadar daha on yıllarca sürmüştür. Bu etki bugün de başka biçimler altında devam etmektedir. Çünkü, bugün bir başka istibdat söz konusudur.
Ve… Toplumsal siyasal düzenle olan çelişkilerinin derinliği ve şiddeti oranında, Türkiye’de aydınlar, bu tür rüyaları, kâbusları demeliyim, hep görürler. Böyle rüyaların görülme sıklığının, düzenin uyguladığı şiddetin oranına bağlı olarak arttığı kanısındayım. Buradan yola çıkarak 12 Mart ve 12 Eylül ile günümüzdeki aydın rüyalarının çok daha yoğun, çok daha sık ve çok daha çeşitli olduğunu ve olacağını ileri sürebiliriz. Başlı başına bir araştırma konusu olan “aydın rüyaları” ile ilgili olarak Türkiye’de ruhbilimcilerin neler yaptığına da bakmak gerekir diye düşünüyorum. Bu konu başlığı altında bir aydın soruşturması yapılsa, çıkacak sonuçlar, görülen rüyaların çeşitliliği, siyasal düzenin baskısının aydınların iç dünyalarına ne oranda ve nasıl yansıdığını da gösterecek, aydınlarımızı daha yakından, daha bir içerden tanımamızı sağlayacaktır.

Korku ve sevgi, siyasetçiler, devlet adamları vb. söz konusu olduğunda bir resmin iki yüzü gibidir; biri pozitif, diğeri negatif. Abdülhamid çok korkuldu fakat korkulduğu denli sevilmedi. Mustafa Kemal çok sevildi ama sevildiği denli korkulmadı.