1 Mayıs’ın ardından

Hangi grupla yürüyeceğim diye hiç tereddüt yaşamadım. Sol Parti’sinden, HDP’sine, TKP’sinden, TİP’ine, CHP’sine, Çevrecilerden, Eğitim İş’ine, Eğitim Sen’ine, Halkevlerine kadar hepsiyle yürüdüm… Hepsinden bir şeyler taşıyorum içimde çünkü. Tabip Odaları, İnsan Hakları Savunucuları… Hepsi hepsi benim geçmişim…

HAYRETTİN GEÇKİN

 

Düşünce ve ifade özgürlüğünün olmadığı; dağımızı, taşımızı, ormanlarımızı korumanın; cumhuriyetin kazanımlarına ve geleceğimize sahip çıkmanın; ülke yönetiminin çağdaş, demokratik ve özgürlükçü bir yapıya kavuşmasını istemenin suç sayıldığı, insanın başına olmaz işler açtığı koyu bir istibdad döneminden geçtiğimiz doğrudur.

Hiç kuşku yok ki tarih, hem ülkemizde yaşanan bu süreci, hem de dünyada yaşanan savaş ve göç gerçeğini; insanlığın, insanlık dışı uygulamalara maruz kaldığı, ama mücadeleden de asla vazgeçmediği ve bir  çıkış yolu aradığı  dönem olarak kayıt altına  alacaktır.

1 Mayıs dünyada ve ülkemizde işte bu kavrayış altında kutlandı. 1 Mayıs’ta, kapitalizmin insan doğasına ve insan onuruna aykırı bir sistem olduğunun, buradan bir çıkış yolu arandığının altı çizildi bir kez daha.

Ben ve eşim yaşadığımız yer olan Çanakkale’de katıldık 1 Mayıs’a. 1 Mayıs’ı yasaklamak için herhangi bir bahanenin bulunamamasının sevincini yaşayarak girdik toplanma alanına. Eşimin sırt çantası yüzünden heyecan bile yaşadık toplanma alanına girerken. Zeynep’in uzun bir aramaya tabi tutulduğunu görünce, yanına geri döndüm, çok sakin bir şekilde; kız, yoksa o çantada silah mı var diye takıldım kendisine. Polis şaşkınlıkla yüzüme bakınca, o benim eşim, samimiyetten soruyorum memur bey dedim. Polisle aramızda dozu ayarlanmış bir gülümseme geçti.

Alanı doldurmaya çalışan insanların yüzlerinde güvercin tedirginliğini görmek doğaldı kuşkusuz. Afrika ve Ortadoğu ülkeleri düzeyine çekilmek istenen bir ülkede, Afganistanlaştırılmak istenen bir toplumun içinde yaşadığınızı biliyorsunuz, Türkiye’de yaşıyorsunuz çünkü. Özgürlüğü, eşitliği, kardeşliği, barışı ve bağımsızlığı savunuyorsunuz, sömürüye, zulme karşı çıkıyorsunuz, onurlu bir gelecek istiyorsunuz ve ülkenizi seviyorsunuz. Başınıza türlü işler gelmiş olsa da vazgeçmemişsiniz bu değerleri savunmaktan bir türlü. Vicdanınızı tedirginliğinizin ve korkunuzun üzerine çıkararak doldurmaya çalışıyorsunuz 1 Mayıs Toplanma Alanı’nı… Kendi ülkenizde çocuk tacizcileri, uyuşturucu kaçakçıları, tarikatlar, hırsızlar, dolandırıcılar, ülke doğasını talan eden yerli yabancı madenciler kadar güvende olmadığınız ortada. Ve işin gerçeği azınlıktasınız da. Ne de olsa yıldırma, susturma, pasifize etme politikaları belli ölçülerde etkilemiş toplumu.

 “İşçinin, emekçinin bayramı” dediğiniz 1 Mayıs’ın acı tarihçesi bir alev gibi sarıyor bilincinizi bunları düşünürken. Ölmek ne, öldürmek ne, deyiveriyorsunuz bir çırpıda. Ülkeyi, yaşamı ve insanlığı savunmanın onuru rahatlatıyor ama içinizi yine de… Çocuklarınıza, gelecek nesillere anlatacağınız bir tarihiniz, onların gururla okuyacakları bir hikayeniz var. Bir kerelik dünya konukluğunuzu insan ve insanlığın kızı/oğlu olarak tamamlamak, bunun mücadelesi içinde olmak gözlerinize güneşli bir sevinç yayıyor. Bir değişimin, bir dönüşümün içinde olmanın, yurtseverliğin, insanlara şefkatle yaklaşmanın gururunu taşıyorsunuz. 

Polis aramasından geçip yavaş yavaş alanı dolduran insanlarda, neleri bir daha yaşamamak ve neleri bir daha yapmamak konusunda kazandıkları olgunluğu da gözlemeye çalışıyorum bir yandan. Seviniyorum ateşten geçmiş çömlek gibi görünce onları. Aşktan, barıştan, sevgiden bir dünya ile  buluşuyormuş hissine kapılıyorum. Alanı dolduranlara barış militanları, aşk gerillaları diye bağırmak geçiyor içimden; yüz kere, bin kere… Ama en iyisi atılan sloganlara eşlik etmek deyip vazgeçiyorum bu doludizgin isteğimden. “Kahrolsun faşizm”,  “Gezi onurumuzdur”, “Savaşa hayır” “İnsanlık onuru AKP’yi yenecek”, Zam zulüm işkence işte AKP” sloganlarını tamamlayan “Yaşasın 1 Mayıs!”, “Yaşasın sosyalizm!” sloganları ve daha onlarcası…

Ağaçlardan çiçek yağmurları, balkonlardan yol kenarlarından alkış yağmurları yağıyor yürüyüş kortejinin üstüne. “Yepyeni bir hayat doğar/bizde ve her yerde!” Yürüyoruz.

Ne yalan söyleyeyim: Traktörleriyle alanı dolup taşıracak köylüleri arıyor gözüm. Onların havamızı, suyumuzu, topraklarımızı kirletmeyin, ormanlarımızı kesmeyin, biz “Çanakkale Domatesi” yetiştirmek istiyoruz, biz “Bayramiç Beyazı” yetiştirmek istiyoruz, biz Lapseki’de kiraz yetiştirmek istiyoruz, biz Umurbey’de şeftali yetiştirmek istiyoruz. Sonra Zeytinlerimize göz dikmekten, kıyılarımızı yağmalama hayalinizden vazgeçin” sloganları atılırken onlara eşlikle; “Biz bu ülkede iyi koşullarda eğitim görmek istiyoruz, bizi tacizcilerin, tarikatların yanına itmeye hakkınız yok; laik, demokratik ve özgürlükçü bir eğitim istiyoruz, biz bu ülkede kalmak istiyoruz” diye haykıran gençler de yok. Onlara da eşlik edemiyorum böylece.  Burkuluyor içim, bir hayın sancıdır ilişiyor sol yanıma. Düşman sevinsin, bu ülkeyi tek tipleştirmek istiyenler, halkı tepkisiz hale getirmek isteyenler, cumhuriyetten intikam almak isteyenler, fikri hür vicdani hür nesiller yerine kindar ve dindar nesiller yetiştirmek isteyenler sevinsin, ne diyeyim başka!

Dostları görüyorum kortej boyunca… İçim çiçek açıyor yeniden. Onlarla selamlaşıyoruz. Kucaklaşıyoruz kimisiyle. Bir şenlik, bir karnaval içindeyiz. İnsanların yüzlerindeki güvercin tedirginliğini halaylar, şarkılar, sloganlar çoktan süpürmüş. Coşku hakim ne yana bakarsanız. Deniz Gezmişler de unutulmamış. “Denizlerlerin hesabı sorulacak” pankartı gelip karışmış pankart cümbüşüne… Buna da seviniyorum. Ulu şair Ruşen Hakkı’nın Deniz Gezmiş için yazdığı; “Severken Karacaoğlan’dı/ipe giderken pir sultan” dizeleri tutuşuyor dudaklarımda.

Hangi grupla yürüyeceğim diye hiç tereddüt yaşamadım. Sol Parti’sinden, HDP’sine, TKP’sinden, TİP’ine, CHP’sine, Çevrecilerden, Eğitim İş’ine, Eğitim Sen’ine, Halkevlerine kadar hepsiyle yürürüm… Hepsinden bir şeyler taşıyorum içimde çünkü. Tabip Odaları, İnsan Hakları Savunucuları… Hepsi hepsi benim geçmişim… Gün gelecek hepsinden bir “biz” oluşturacağımızı ve karanlığı yeneceğimizi biliyorum. “Zulme, sömürüye son! Savaşa hayır! Yaşasın aşk, yaşasın devrim! Yaşasın sosyalizm” diyen, barışı haykıran ve bu yönde daha pek çok slogan atan bütün kesimlerle yürüyebilirim bu nedenle. Onların geçmişleri benim sol geçmişim, sol yanım çünkü….

Derken birkaç dostumla biraz biraz her grubun içine giriyor, o gruplar içinde yürüyenleri selamlıyoruz. Hatta bir arkadaşım taşıdığı “boyun eğme” yazılı döviz ile bize eşlik edince diyorum bunu grubundaki bir arkadaşa bırak:  “Hayır” diyor, “diğer gruptakiler bu olmaz, boyun eğ mi diyecekler bize”… Mahcup oluyorum tabi… Yerden göğe kadar haklı çünkü.

Bir şölen, bir karnaval şeklinde kutlanıyor Çanakkale’de 1 Mayıs. Geçen yıllara göre biraz daha kalabalık. Cumhuriyet Meydan’ına düzenli bir şekilde yürünüyor. Alan dolup taşıyor. Konuşmalar, müzik, halaylar derken önümüzdeki yıllarda bu meydanların yetmeyeceğinin ipuçları da çıkıyor ortaya. Konuşmalarda Gezi Direnişine sahip çıkıldığı, hukuksuzca verilen cezaların kınandığı gözden kaçmıyor. Günün anlam ve önemi özlü biçimde yansıtılıyor alana.

Alandan ayrılırken şiiri devrimden sonraya bırakmayalım diye söyleniyorum kendi kendime. Alandan ayrılırken adil, eşitlikçi, özgürlükçü bir dünya mümkün diye sürüyor kendi kendime konuşmam. Yaşasın aşk, yaşasın devrim dediğimi duyuyor gülümsüyorum. 1 Mayıs Marşı’nı unutmadığıma seviniyorum ve eve geldiğimde dünyaya doğru haykırıyorum 1 Mayıs Marşı’nı…

“Devrimin şanlı yolunda ilerleyen halkların bayramı!”

 

paylaşmak için