Takke, başörtüsü, kuran…

Tarikatların elindeki kurslarda karanlık bir eğitim yapıldığı son yıllarda basına yansıyan olaylardan anlaşılıyor. Bütün hocaları kapsamaz ama bu kursların çoğunda çocukların yaşamı çalınıyor, görünen o. Onları ruh hastası yapıyor. Ömür boyu kurtulamadıkları bir yıkımın içinde kalıyor, fırsat bulurlarsa onlar da kendilerinden küçüklere yapıyorlar aynı şeyi. Sağlıklı toplum daha bugünlerden yaralanıyor, yok ediliyor.

karakushdyt@gmail.com

Dostum, arkadaşım Lütfü Dağtaş’ın fotoğrafı bu…

Fotoğraf bugünün Türkiyesinden. Yoksulluğun kucakladığı çocuklar, kızlar. Yanlarındaki yaşlı kadın kızların hocası mıdır? Yoksa o da mı bir genç kız? Yoksa, minicik kızını hocaya “Eti senin kemiği benim” diye vermeye getiren bir anne mi?

Öndeki çocuğun gömleği delik deşik. Kırmızıymış vaktiyle sanırım. Rengini atmış, yoşumuş iyice. Başında takkesiyle belli ki Kuran kursuna gidiyor. Dokuz on yaşlarında görünüyor. Gözleri ışıl ışıl. Gülümsemesi dünya değer. Arkasındaki çocuğun ondan küçük olduğu belli. Nasılsa onun takkesi yok.            

Kızların bakışları korkulu bir gülümseme barındırıyor. Büyükçe olan kız belli belirsiz gülmüş. Fotoğraf çektirirken gülümsenmesi gerektiğini düşünmüş olmalı.

Sağ baştaki kızın başörtüsü ötekilerden ayrı. Koyu yeşil. Ötekiler beyaz. 

Kızlardan birinin elinde kocaman bir kırmızı kitap görülüyor. Hocaları ödev vermiş belki de. Kim bilir ne öğütler vardır orada. Gerçekte yaşamsal olan hiçbir şeye değinmeyen. Ya da değindiği konularda yazanın bile uymadığı nice dinsel akıl!

Bu çocuklar ileride yaşlı kadın gibi mi olacaklar? Gözleri içine göçmüş, ruhu kararmış, bakışları bağışlamasız. Düşmanca bir bakış var gözlerinde. Fotoğraf çekene mi, fotoğraf çektirmeye mi öfkeli? Bakışları hiç de dostça değil. Ne düşünüyor, kendine sormalı.       

Söyler mi açıkça? Söyler söyler! Dinsel öğütlerle beyni karartılmış bir insanın en büyük bilgisi cahil hocaların kendilerine söylediği gerçeğe uymayan safsatalardır.  O safsatalara ölümüne inanırlar. Her şey günahtır onlara göre. Her şey…

Kapı eşiğinde durmak günahtır cin çarpar. Bir eve girerken önce sağ ayak atılır. Sağ yanından kalkmak gerekir. Sol yan günahtır. Bunların bütün soyu sola neden düşman? Hocaların uydurdukları darbı mesellerle sonradan kendilerinin inandığı safsatalar, o yalan bilgiler, o güzelim çocukların bütün ömrünü karartacak denli acımasızdır.

Annem, benim İmam Hatip’e gönderilmemi istiyordu. Babam aldırmadı. Öğretmenimizin yarattığı ortamda öğretmen okuluna hazırlandık.

Annemin heceleyerek okuduğu eski yazılı kitaplar vardı. Kış günlerinde evlerde toplanıp zikir çekerler, namaz kılarlardı. Bazen kadınların genç yaşlı kendilerinden geçerek bayıldıklarını biliyorum.

Aynı sözcüğü yüzlerce kez yineleyerek devinmek akıl mı bırakır insanda? Düşünme olanağı mı sağlar? Delirmeleri işten değildi.

“Ekiz Aşa’sı (Ayşe) derler bir teyze vardı. Sık sık onlarda toplanırlardı. Çok kızardım anneme. Oraya gitmesini istemezdim. Çok küçüktüm. Sanırım evde onsuz kalmak istemiyordum.   Ayşe Teyze’ye de o nedenle çok kızıyordum.

“Bok Aşagile gitme… Bok Aşa’ya gitme” diye eteğine sarılıyordum.

Kimi zaman dinler, evde benimle kalırdı. O evdeyse benim içim rahattı. Bir güvenceydi. Sevginin, ilginin güvencesi. 

O gitmekten vazgeçip eve girince ben sokağa oynamaya giderdim. İsterdim ki ben gelince annem evde olsun.

Beni köydeki “hoca mektebine” yolladılar birinde. Caminin bir odasındaydı “hoca mektebi.”

İlkokuldan önceydi. Sanırım en çok dört beş yaşındaydım.  Abdullah Hoca diye bir hocamız vardı. Köşede pöstekisinde oturur, önündeki rahlede duran kitabına ara sıra göz atardı. Kuran’ı okumaya başlamış çocukları sırayla yanına çağırır, okumalarına bakardı. Sık sık da başlarına vurur, “Orası öyle mi iyi bak” diye çocuğu iyice şaşırtırdı.

Bize de duaları ezberletir, hepimizin sırayla okumasını denetlerdi. Yanında da odanın her köşesine yetişen büyük bir sırığı vardı. Üvendire gibi bir uzun değnek.

Anlamadığımız bir dilin, anlamadığımız sözcüklerinden sıkılır, aramızda konuşmaya başlardık ama uzun sırığın tepemize inmesi gecikmezdi.

Bir gün benim başıma da indi o uzun sırık. Ağlayarak çıktım gittim “hoca mektebi”nden. 

Babamın arkadaşıydı hoca ama ben onun değerlisiydim.

Hocanın sopasını anlattım. “Başıma vurdu” dedim. “Ben hocaya gitmeyeceğim.”

“Gitme. ”

O günden sonra ne gittim, ne hocanın yüzünü gördüm.

Bu fotoğraftaki çocukları görünce o günleri anımsadım. Onların gelecekleri elinden alınmış. Belki Kuran kursuna gidiyorlar ama hele son yıllarda basına kadar yansıyan ahlaksızlıkları, acımasızlıkları okuyunca bu güzelim çocukların başına ne gelecek, diye korktum fotoğrafa bakınca.

Tarikatların elindeki kurslarda karanlık bir eğitim yapıldığı son yıllarda basına yansıyan olaylardan anlaşılıyor. Bütün hocaları kapsamaz ama bu kursların çoğunda çocukların yaşamı çalınıyor, görünen o. Onları ruh hastası yapıyor. Ömür boyu kurtulamadıkları bir yıkımın içinde kalıyor, fırsat bulurlarsa onlar da kendilerinden küçüklere yapıyorlar aynı şeyi. Sağlıklı toplum daha bugünlerden yaralanıyor, yok ediliyor.

Bu fotoğraf Lütfü’nün renkleriyle, bakışındaki gerçek çarpıyor bizi. Çocuklardaki masumiyeti, temizliği, sevinmeye, gülmeye hazır bakışları içimize oturuyor.

Bu yazı fotoğrafa çok az. Fotoğrafın dili daha keskin, daha hüzünlü.  Fotoğrafa baktıkça içim acıya keserken sözcüklerim gerçek karşısında pek sönük kalıyor.

Dilerim bu çocuklar, bu cendereye alınan bütün çocuklarımız bu çemberi kırarlar… Kırsınlar zaten…