İki nehrin arasında geçen öyküler

“Korkunç şeyler yaşıyoruz, bizi ezen un ufak eden şeyler. Fakat nasıl oluyor da, bütün bunlar fazladan bir damla merhamet yaratmıyor dünyada? Nasıl oluyor da, biri çıkıp Cehennem’in kapısından dönmüyor? Neden herkes kendinden öncekinin suçunu üstlenip kaldığı yerden devam ediyor can yakmaya? Dağ taş bütün dünya değdiği yeri yakıp kül eden hikâyelerimizle dolu. Toprağa sızıyor bunlar, bu koskoca dünya yarattığımız acıyla kavruluyor”. (Kâğıt Gemiler s.49)

LEYLA TUNÇ YELTİN

Orta ve lise öğrenimini TED Ankara Koleji’nde tamamladıktan sonra Marmara Üniversitesi İngilizce İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünü bitirdi. Marmara Üniversitesi AT Enstitüsü Yüksek Lisans Programına devam etti. 1992’de Avrupa Komisyonu Jean Monnet bursunu kazanarak İngiltere’de Reading Üniversitesi’nde Avrupa Çalışmaları üzerine yüksek lisans yaptı. 1995-2007 arasında İktisadi Kalkınma Vakfı’nda çalıştı, Genel Sekreter Vekili görevini üstlendi. AB üzerine kitapları ve çok sayıda makalesi bulunan Yeltin, çeşitli illerde AB ve üyelik süreci üzerine seminerler, İstanbul Üniversitesi ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde lisans ve yüksek lisans seviyesinde AB üzerine dersler verdi. 2007’de İstanbul’dan ayrılarak Edremit-Altınoluk’a yerleşti. Halen çeviriler yapmakta, İngilizce ders vermekte, edebiyat ve resimle uğraşmakta. Altınoluk Kitap Kulübü üyesi Yeltin, evli ve bir köpeği vardır.


İncecik bir kitap var elimde, bir öykü kitabı… Tamamı 93 sayfa. Böyle kısacık bir kitap! Toplam 10 öykü var içinde.

Mezopotamya’da, sınırın bir o tarafında bir bu tarafında geçen toplam 10 öykü var içinde. Sınırdaki insanları, sınırlarına kadar zorlanan insanları anlatıyor. Birbiriyle yakından ilişkili öykü kişilerinin hayatı, zeytin ağacının gövdesi gibi döne büküle birbirine geçiyor ve sonunda hepsi masalsı bir imkânsızlıkta buluşuyor.

Ayşegül Çelik’in kitabın başında da doğrudan seslendiği gibi kâğıttan bir gemidir kitap ve bizi –okuru- alıp kim bilir nerelere götürecektir:

Haydi… Madem bir kez kulak verdin, gerisini getir; gel bu kâğıt gemiye bin.

Kâğıt Gemiler Ayşegül Çelik’in 2010’da yazdığı, aynı yıl Yunus Nadi Öykü Ödülü’ne değer bulunan eseri. (Can Yayınları 2. basım, 2015).

BÜTÜNLÜKLÜ ÖYKÜLER

Düşle gerçeğin iç içe geçtiği, hüzünlü öykülerin şiirsel ve düşsel bir atmosfer ile yumuşatıldığı, okuyucuyu hülyalı, şaşırtıcı bir yolculuğa çıkartan bir anlatım. Yere çok sert basmayan, hafif adımlarla ilerleyen; meselesini (coğrafya, iklim, din ve töre gibi nedenlerle hırpalanan kadınların ve erkeklerin durumu), çok bağırmadan yumuşak ifadelerle ama yine de net bir şekilde ve tarafını belli ederek ortaya koyan bir kitap, Kâğıt Gemiler.

Öykülerinin tümünde oyuncu bir dili var yazarın. Dile ve kelimelere hâkim Ayşegül Çelik. Kelimelerle oynuyor ve onları istediği biçimlere sokarak okuyucuya dil açısından sağlam örülmüş estetik bir yapı sunuyor. Masal havasında bir anlatım; hatta yer yer şiirsel bir dile yaklaşıyor.

Zaten yazar en başta bize bir masal anlattığını söylemişti. Tüm kitaba yayılan hafif gerçeküstü hava konusunda en baştan uyarılmıştık.

Bizi yormayan, yumuşak bir ritimle akan öykülerde bazen art arda gelen mecazlar (metafor/eğretileme) hemen arkasına dizilen yalın bir anlatımla ilerlerken okumayı kolay ve zevkli kılıyor.

ROMAN KIVAMI

Coğrafya belli; “iki nehrin arası” (Mezopotamya) diyor yazar. Türkiye, Irak, Suriye sınırında gezen öykülerde, insanların çizdiği sınırlara aldırmadan her yeri her şeyi kaplayan çöl de adeta kitaptaki başkişilerden biri. Zorlu coğrafya koşulları, çölün içinde ve kıyısında geçen hayatların üzerinden hiç kalkmayan sarı ince kum ve de güneş, tüm kitap boyunca çok güçlü bir arka plan olarak kendisini hissettiriyor.

Öykülerin merkezinde hep kadınlar var. Tüm öykülere hâkim ana izlek (tema) anlaşılmamışlık; söze, yazıya vurulan kilit ve kendinden olmayana duyulan korkudan kaynaklanan ötekileştirme, hatta zalimlik…

Olay örgüsü bazen birbirini takip ediyor; bazen de iki üç öykü atlayarak kaldığı yerden devam ediyor.

Son öykü hepsini toparlıyor ve böylece gevşek ama sağlam bir kurgusal bütünlük içinde birbirine bağlanmış ve adeta roman kıvamı kazanmış bir kitapla karşılaşıyoruz.

LİSAN TAMİRCİSİ

İlk öykünün adı Afsun… Afsun aynı zamanda tüm kitap boyunca yanında yöresinde gezeceğimiz ve sona doğru yeniden birleşeceğimiz başkişimiz. Güneydoğu Anadolu’da Suriye veya Irak sınırında yaşayan Ezidi bir ailenin eli kalem tutan, hayal kurmaya ve yazmaya meraklı küçük kızıdır Afsun. Annesi gibi yazarak hayallerini gerçeğe dönüştürme yeteneği ile doğmuştur. Annesi yörenin ve geleneksel evlilik anlayışının baskılarına dayanamaz, kaçar. Ablası ise küçük yaşta sınırın karşı tarafına gelin gider.

Afsun’un yalnızlığını, hayatındaki iki önemli kadının nerdeyse eş zamanlı olarak kendinden kopup gitmesinin hüznünü biz de hissederiz. Buradan diğer öyküye geçerek, ablasının dilini, dinini, adetlerini hiç bilmediği yeni hayatına gireriz. Ablanın ismi bile değiştirilir sınırın bu tarafındaki hayatında. Yeni ailesi her ne kadar iyi niyetli de olsa abla orada kimsesizdir, etrafındakilerin dilini bilmediği için dilsiz ve sağırdır. Hayalini, derdini iki güzel tavus kuşu nakşettiği seccadeye anlatır. Bilinmeyene duyulan korku yanında törelerin ağırlığına sessizce katlanan bir kadın vardır bu öyküde.

Sonra Afsun’un kaçan annesini takip ediyoruz. Bu takip bizi bir “lisan tamircisi” ile tanıştıracaktır. Dünyadaki dillerin çokluğuna ilişkin “Babil Kulesi” hikâyesine karşı/farklı bir hikâyesi vardır bu “lisan tamircisi”nin. Bu öyküde yazar bize insanın ölüm korkusundan da bahseder. Doğadaki devinimin aynısının kendinde de olduğunu kavrayamayan insan türünün, ölüm fikrine karşı şiddetle direnmesinin ölümün doğallığını bozduğunu anlatır. Lisan tamircisini ayaklanan köylülerden kurtarmak için akıllı ve bilgili bir kadının varlığı gerekecektir.

Bir başka öyküde ormancı bir karı kocayla tanışırız. Burada da hırsla üzerlerine gelen düşmandan doğanın bir izdüşümü olarak algılayabileceğimiz bilge bir yaşlı kadının gücü sayesinde kurtuluş söz konusudur.

Sonraki öyküde bir ölümün kefaretini bir erkek çocuk doğurarak ödemek için yerinden yurdundan koparılan, yine adı değiştirilen, dini hor görülen bir gencin öyküsü var. Hayfa’yı ve denizi düşleyerek çöl göçebeleriyle dolaşan mutsuz ve sessiz bir kadın; kâğıttan gemiler yapıp, onları çöl rüzgârında uçurup, denize doğru gittiklerini düşleyen bir kadın.

Sınır kaçakçılarının dramı da yer buluyor kendine kitapta, mayınlar ve parasızlığa yenik düşen aşk öyküleri de, dile dine aldırış etmeyen aşk öyküleri de…

Tüm bu öykülerle yazar, bize, hayat koşullarının hoyratlaştırdığı insanları yansıtan bir ayna tutuyor. O aynada dinsel ve toplumsal baskıları kendi görüşü sananların suretleri var. Yazar, kendimizden ve iyi insan olma halimizden en emin olduğumuz anda bile hangi saiklerle hareket ettiğimizi sorgulatıyor bize.

UÇUŞAN BEYAZ KELEBEKLER VE REYHAN YAPRAĞI

Ayşegül Çelik, sert coğrafyayı da güçlü bir altyapı olarak kullanıyor ve masalsı bir tülün ardına gizleyerek de olsa karanlık bir atmosfer çiziyor. Ancak tüm kitap boyunca bir mecaz olarak yer yer karşımıza çıkan ‘uçuşan beyaz kelebekler’ yazarın takip etmemizi istediği pırıltılı bir ipucudur.

Elimize kitabın başlarında tutuşturuluveren bu ipucunu bir umut ışığı gibi takip edebiliriz. Zaten kitabın en başında, öykülerin labirentinde kaybolmadan sona ulaşacaklar için bir cennet vaadi vardı: Çok haşin bir coğrafya ve iklimde zor hayatlar süren insanlara, içlerinde aşkı ve merhameti buldukları takdirde ulaşabilecekleri hülyalı bir deli orman.

Ama o orman, iyilikten dönmeyen, aşktan yorulmayan ve doğru bildiğinden şaşmayanlar için. Kaybolanlar olacaktır: kaderlerini sorgusuz kabullenenler, çıkış yolu bulamayıp kendini hayali bir kozanın içine kapatıp daha iyi zamanları bekleyenler, yolunu şaşırıp dönüp durup, çekip gidenler…

Direnenler kazanır. Ama öyküler ilerlerlerken anlıyoruz ki kaybedilen çok şey de vardır ve doğru bildiği yoldan ayrılmazken bile insan çok değişir, çok yıpranır. Üstelik masalın içindeki gerçeği görebilen okuyucu, öyle sanıyorum ki mutlu sonun içindeki gerçeği de görebilecektir.

Kitapta reyhan yaprağı da sıkça kullanılan bir izlek. Ben Altınoluk Kitap Kulübü ile birlikte 2018 yılında bu kitabı okurken, bahçemden bir reyhan yaprağı koparıp ayraç olarak kullanmıştım. Şimdi, bu yazıyı yazmak için ikinci defa elime alınca, kurumuş reyhan yaprağını buldum. Kitabı bir de bu minik reyhan yaprağının gölgesinde okumuş oldum.

Kitapsız kalmayın:).


Ayşegül Çelik

Yazar Hakkında kısa bilgi:

Ayşegül Çelik 1968 yılında doğmuş. Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Programlar ile Ankara Üniversitesi Dil Tarih Coğrafya Fakültesi Tiyatro Bölümlerini bitirmiş. Hacettepe Üniversitesi Sosyal Antropoloji bölümünde yüksek lisans programına katılmış, çok sayıda gazete ve dergide röportajları yayımlanmış. Televizyon, sinema ve sahne için drama, televizyon için çocuk programları yazmış, uyarlamalar yapmış. Halen Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nda Dünya Edebiyatı ve Uygarlık Tarihi dersleri veriyor (kitap içinden özet).

Eserleri: “Sensizankaradadenizdüşleri”(1997) (şiir); “Korku ve Arkadaşı” (2005) (öykü); “Kâğıt Gemiler” (2010) (öykü); “Ölmeyi Bilen Adam / Muhsin Ertuğrul” (2012) (biyografi) ve “Şehper, Dehlizdeki Kuş” (2013) (öykü).