Herkes kendine uyan şiire tutunsun

Artık inşaat firmaları evleri yaparken içinde oturacak insanları da yapıp çıkıyor işin içinden. Yoksa ne zaman başladığı ne zaman bittiği belli olmayan sitelerin balkonlarında serili çamaşırlar ve pencerelerinde çekili perdeler nerden geliyor dersiniz? Ama su geçirmez keder ve pas tutmaz kalpleri var hepsinin plastikten, emaye kaplı.

Yaşar KARA
karayasar71@gmail.com

Edip Cansever’in “Gelmiş Bulundum” şiirinin ilk bakışta, gündelik anlamı içinde sıradan bir var oluşu ifade etmek için kullandığı düşünülebilir. Ancak; “gelmiş bulunmak” deyim anlamı itibariyle “elde olmayan, irade dışı bir eylem, bir edilgen durum”u içermektedir. Biraz daha ilerleyecek olursak, bir çaresizlik, bir belirsizlik hatta yaşamın sürprizlerine açık bir boyun eğiş vardır. Başka bir açıdan, gelmek ve gelmiş bulunmak eylemleri arasındaki anlamsal farklılığa bakacak olursak; gelmek eyleminde bilinçli, çağrılı, haberli, önceden bir danışılmışlık ve tanışıklık vardır. Ama gelmiş bulunmak eyleminde tıpkı “Çağrılmayan Yakup” gibi bir danışılmamışlık, bir tercih hakkının sunulmaması, kendisinin içinde olmadığı, başkasının veya başkalarının olduğu, zorlama, zorbalıktan duyulan bir rahatsızlık, bir huzursuzluk vardır. Kendini dünyaya gelmiş bulan insan “Kim bulmuş ki yerini?“ diye sorarak, geldiği dünyada yer edinememiş, yer bulamamış, ne kalacağı, ne de gideceği yeri olan evsiz, yurtsuz bir insandır.

YABANCI BİR RUH

Edip Cansever’in, Heidegger okuduğunu sanmıyorum. Ama onunki gerçekten varoluşsal bir poetik bulunuş olabilir yeryüzünde. Çünkü varsıl bir aileden geliyor ama bu soruları durmaksızın soruyor aslında onun bütün şiirleri tek bir şiir gibidir. “Masa da Masaymış Ha” adlı ünlü şiirini de pek sevmediği, sığ bulduğu söylenir.

Neden Heidegger’le Cansever?

Biri düşünür, diğeri düşündürür. İkisi de, insanın terk edilmişliğini, atılmışlığını, fırlatılmışlığını karakterize eder. Heidegger  “dasein” (gündelik anlamı içinde sıradan varoluşu ifade eder) diyerek, Edip Cansever ise “Gelmiş Bulundum” diyerek…

Şair şairin ruh ikizidir. Farklı zamanlarda farklı yerlerde aynı şeyleri düşünüp, aynı şeyleri söyleyebilirler. Mesela Trakl: “Ruh yeryüzünde yabancı bir şeydir” demiştir. Heidegger’e göre ise “Trakl’da ruhun kökensel anlamda yabancı olması, onun yeryüzündeki tek yabancı değil, en yabancı olmasıdır.” Yani kişinin yeryüzüne ait olmaksızın yeryüzünde bulunmuş olması aslında onun yeryüzüne fırlatılmış olmasını yani gelmiş bulunduğunu açığa çıkarır. Ve Edip Cansever’in “Gelmiş Bulundum” dizesini bize çağrıştırır. Georg Trakl’ın imlediğiyle, Edip Cansever’in imlediği aynı “şey”dir. Edip Cansever’de “şey” tam anlamıyla “yeryüzündeki en yabancı şeydir” ve “Kim bulmuş ki yerini?“ diye sorarak, hiçbir yere ait olmadığının, olamadığının altını çizer bize. Edip Cansever’in ruhu nasıl bir ruh? Nasıl yabancı bir ruh? Her şeyin yanından sessizce akıp giden, gözlemleyen, ama belirsizleşen, hiçbir sınır tanımayan ruhtur bu.

Edip Cansever bir söyleşisinde “Bireyi toplum içinde somut olarak görünür duruma getirmek, giderek daha da derinlerine inerek, onun içsel dramını kurcalamak çabasındayım” der. Ve bireyin bu dünyada bir yalnızlık ormanında, içinde bir yalnızlık ordusuyla kaybolduğunu, güneşin batışı gibi, dalından koparılmış bir gül gibi solgun, cam kırıklarıyla durmadan gövdesini yakan ama bir türlü kendisini tüketemeyen bir huzursuz, bir kaygılı, bir türlü ölemeyen ölümlü olduğunu açığa çıkarır. Trakl ise yeryüzündeki bu en yabancı ruh yani nerede ve ne zaman biteceği belli olmayan bir yolculuğa çıkmıştır. Bu yolculuk inişli çıkışlı bir yolculuktur, bazen içe doğrudur bazen dışa. Edip Cansever’in yeryüzüne gelmiş bulunması ve Trakl’ın gezgin ve en yabancı ruhu bir poetik bulunuştur.” Poetik bulunuş, yabancının bilinemeyen ve söylenemeyen zamandan bile eski sessizliğine hem yakın hem de uzak olmanın geriliminde olmaktır.”

KENDİMİZE YAKINLAŞMANIN TEK YOLU

Gelmiş olduğumuz bu dünyada neler olduğunu görebildik mi peki? Artık inşaat firmaları evleri yaparken içinde oturacak insanları da yapıp çıkıyor işin içinden. Yoksa ne zaman başladığı ne zaman bittiği belli olmayan sitelerin balkonlarında serili çamaşırlar ve pencerelerinde çekili perdeler nerden geliyor dersiniz? Ama su geçirmez keder ve pas tutmaz kalpleri var hepsinin plastikten, emaye kaplı. Bahçelerinde yapay çim ve ağaçlar, ilaçlı havuzları da var bu insanların. Ve üstelik binlerce liraya yaptırmadılar mı bunları? Sonra büyük büyük şehirler yaptık mantar gibi her yere. Kurduğumuz bu şehirler karşımıza dikilmedi mi sonra o devasa beton suratlarıyla. Ve şehir şerh düşmedi mi: İnsanı önce kendinden ayırırım ben diye. Bir kenti bir ölüm sessizliği nasıl sarar sanıyorsunuz siz?

“…kim ne anlamış sanki mutluluktan”

“Söyleşin benimle biraz, bir kere gelmiş bulundum.”

Bir kere yabancılaşmış insan, önce kendine sonra dünyaya, ardından dünyadaki her şeye “… Ne kalmış bir önceden ya da bir sonradan” geriye. Ve insan kendini unutmadı mı böylece? İnsanın yeniden hatırlaması için kendine gelmesi gerekmiyor mu ve insanın kendine gelebilmesi için de yabancılaşmanın ortadan kalkması? Ancak insanın kimi patikaları mesken tutmuştur, kimi boşlukları; kimi bir kuyunun, kimiyse bir pınarın başını.

İnsan kendine gittiğinde bir dünya bulamadı, dünyaya geldiğinde de kendini. İnsanın hem kendisiyle hem de dünyayla bu karşı karşıyalığı bir çatışma doğurdu. Bu çatışma yabancılaşmaydı. Yabancılaşan insan ne kendine gelebildi, ne de dünyaya. Hem kendine hem de dünyaya gelmiş bulundu sadece. Kendimize yakınlaşmanın tek yolu şiirden geçiyor,  sanatların en görkemli krallığından yani. Şiir kapalı olan ne varsa açığa çıkarır çünkü.

Ne duruyorsunuz, herkes karakterine uyan şiire tutunsun öyleyse.


Kaynakça:

1- Heidegger’in Trakl Yorumu: Melankolinin Dili Olarak Poetik Sessizlik, Senem KURTAR, Ankara Üniversitesi DTCF, Felsefe Bölümü. 2- Gelmiş Bulundum, Edip Cansever, Seçme Şiirler, YKY.